5 Ağustos 2011 Cuma

Söyleşi: Zeynep Aliye . Emine Gürbüz

Emine Gürbüz: Sorulardan mı başlayalım?    
   Zeynep Aliye: Biraz önce kendini benim yanımda çok rahat hissettiğini, bu doğallığımın, seni rahatlattığını, bu söyleşiyi kolaylaştırdığını, onun dışında bu sayede dostça yaklaştığını söylerken şunu düşündüm. Bu zorlama ya da böyle olmam gerek biçiminde değil, elbette doğallık. Ama bu doğallık, zannediyorum... hani insan bazen bir şey yakalar, o âna kadar kendinde keşfedemediği veya bir şeyin çözemediği nedenidir yakaladığı. Şimdi düşündüğüm şey, herhâlde acıların insanı olgunlaştırdığı. Çok emeğin, kendi adıma söylüyorum, çok emeğin, çok çalışmanın insanı daha bir doğallaştırdığı.
   
   
   Emine Gürbüz: Ne kadar çok emek verirseniz, o kadar çok büyüyorsunuz, ne kadar çok acı çekerseniz o kadar büyüyorsunuz. Böyle de değerlendirebilir miyiz?
   
   Zeynep Aliye: Gelişmek için evet. Değişim ve gelişimin, olgunlaşmanın yasası çok çalışmak acı çekmek, koşul bu. Ama büyümek olarak bakmamak gerekiyor. Büyümek, küçülmek çok izafi. Ayrıca çok genelleştirilemeyecek kavramlar. Büyümek değil, belki daha insan olmaya gitmek diyelim biz. İnsanın insanlaşma süreci asla tamamlanabilecek bir süreç değil. Beyninizin eğer dörtte üçünü, belki daha fazlasını hâlâ kullanamıyorsa insan; insan olma sürecinin çok daha başında demektir. Uygarlık nedir? 2000'lik yıllık, 3000'lik bir süreç insanın uygarlaşma süresi. Oysa ki dünyanın var olma süreci, milyarlarca yılı kapsayan bir süre. Öyle bakıldığında milyarlarca yıllık birikimin sonucudur insan ve o 2000-3000 yıllık uygarlaşma ancak bir ciladır, bütün vahşileşmenin değişmesi üzerine. Her an geri gidişler bundan... Bir bakıyorsunuz 1945'lerde 25 milyon insan öldürülüyor, on binlerce insan toplama kamplarında yakılıyor. Bunu insanın aklı almıyor. İnsanlık bunu nasıl gerçekleştirebilir, buna milyonlarca insan nasıl göz yumabilir? Üstelik de hümanizmanın koynunda, o beşikte sallanmış uygar uluslara bakıldığında anlaşılmaz değil, çünkü insanın uygarlaşması daha çok uzun bin yıllar sonra gerçekleşebilir. Artık o bir cila olmaktan çıkıp içselleştirilmiş bir süreç olacak. Bugün ülkemizde yaşanan sürece bakıyorsunuz; insanlar hâlâ taşla adam öldürmeye, töre yasaları, töre cinayetleri... Niye? Niyenin anlamı açık. Hâlâ genlerimizde vahşi ilkel kanı taşıyoruz.
   
   
   Emine Gürbüz: Bunu bireye indirgediğimizde de doğallık çıkıyor ortaya, sizin davranış şekilleriniz çıkıyor ortaya.
   
   Zeynep Aliye: Evet doğallık çıkıyor. Aslında tüm insanlarda var, ancak savunma mekanizması olarak bir kabuk oluşturuyorlar çevrelerinde; kendilerine fazla yaklaşılmasını istemedikleri için. O acılar belki biraz daha beni kabuksuz yapmış. Ayrıca verilen çok emek, çok çaba benim kendimi savunmama gerek olmadığı duygusuna getirmiş. Çünkü savunmaya çekilen insanın gelişmesi durur.
   
   
   Emine Gürbüz: "Yazdıklarım sadece bana ait, bu benim başarım" diyebiliyorsunuz şu anda değil mi?
   
   Zeynep Aliye: Kesinlikle... benim başarımda hiç kimsenin, hiçbir payı yoktur. Bu salt benim başarımdır. Ama başarı derken ne? Bu başarı değil, geldiğim noktada kimsenin katkısı olmadan geldim. Ama bu başarı mı? Yani ben başarı olarak görecek olsam bunu, kışın havada dikleşmiş biri gibi dururum. Çünkü yaşamın sonsuzluğu içinde, insanlığın o on binlerce yıllık var oluşu, gelişmişliği içinde benim yaptığım ne? Bir hiç... Gerçekten çok büyük dehalar var dünyada. Onların karşısında kendimi çok küçük görüyorum, çok zayıf, çok güçsüz görüyorum zaman zaman. Bunu görmem daha çok çalışmamı, olaya daha çok bağlanmamı, olayı daha çok sevmemi, konuya ya da alana daha çok saygı duymamı getiriyor. Ben öyküyü çok seviyorum. O kadar güzel şeyler yazılmış ki bugüne kadar, o kadar güzel şeyler yaratılmış ki. Ben bir defasında öyküyle bağımı kestim. Dedim ki bitti, artık bitti. Ne zaman biliyor musun? Folkner'i okuduğumda, William Faulkner'i. "Döşeğimde Ölürken" ilk kez o kitapla karşılaştım Folkner'le. Okumaya başladım; başka bir dünya, başka bir dil, anlatım. Bence anlatım çok esastır, çok önemlidir. Dostoyevski'yi de onun için severim, Tolstoy'u da onun için severim. Virginia Woolf'a bayılırım bunun için. Anlatım esastır. Baktım, adam başka bir türlü anlatıyor. Yani kendini anlatırken, ötekini anlatıyor aslında, ötekini anlatırken bir başka üçüncü kişiyi anlatıyor. Öyle bir dil, altın biçimli söylem kurmuş ki... pes dedim. Nasıl öfkelendim, nasıl kızdım, nasıl sinirlendim. Çünkü birden aslında senin hiçbir şey olmadığını göstermiş oluyor. Aynaya bakıyorsun, ben yokum aynada. Orada Folkner var aynada. Tamam dedim, benim yazma olayım bitti bundan sonra. Bitti, ben ne yazayım ki? O yazmış, öteki yazmış, öteki yazmış... Bu kadar dehadan sonra ben ne yazabilirim? Ayıp, utanmazca bir şey. Gerçekten bunu söyledim. Biliyorum sözümü tutamam, sinirlendim oturdum bir kâğıda yazdım. Bundan sonra sen bir yazar değil okur olmaya soyun, çünkü bundan daha fazlasını zaten beceremezsin. Yeteneğin belirli, bu kadar adam yazdıktan sonra nasıl utanmazca... Buna benzer bir şey yazdım, kendi kendime bir buyruk verip astım duvarıma raptiyeledim. Yazmam ben bitti! Ama bir süre sonra, o savunma mekanizması çok önemli bir şey. Gerekçelendirmeye çalışıyorum; ya diyorum iyi tamam onlar yazmış, onlar zaten büyük, dev... ama sen de başka bir şey yazarsın. Onlar senin mesela yaşadıklarını yaşamamıştır, senin duyduklarını duymamıştır. Yani Dostoyevski bambaşka bir hayat, kendi hayatı; otobiyografiktir Dostoyevski. Sen başka bir şey anlatacaksın...
   
   
   Emine Gürbüz: Sen teksin...
   
   Zeynep Aliye: Ben tekim ve Türkiye içinde gerçekten de tekim. Benim bu yaşadıklarımı yaşayan başka bir yazar yok, olamaz da zaten. Her hayat tektir, biriciktir. Ondan sonra oturup oh be dünya varmış diyip dayanamadım yazmaya başladım.
   
   
   Emine Gürbüz: Sorulara geçelim...
   
   Zeynep Aliye: Geçelim...
   
   

   
   

   
   Emine Gürbüz: Zeynep Aliye, bu isim size ne anlatıyor?
   
   Zeynep Aliye: Zeynep Aliye... bazen çok yabancılaşıyor. Yabancı gibi görüyorum. Çünkü Zeynep Aliye'nin konulduğu, getirildiği bir çizgi var ya da yerleştirildiği bir tepe var diyelim. Oradan bana bakıyor bazen, ben o değilim, ben o değilim çünkü o araştırması, kendi iç tartışmaları devam eden, bir şeyi asla sonlandırmayı düşünmeyen, mücadeleci ama içi çok acıyan, hâlâ çok acı çeken, o çatışmaları, çelişkileri durmaksızın artarak süren bir kimlik. Öykü yazmaya çalışan, öykü yazan, yazdığı her öyküyü önce çok beğenen, ondan sonra yok ya diyen, yani bütün yazdıkları içerisinde iki tane üç tane öyküye anca iyi diyen. Onun dışında yaşadığımız çağ içerisinde öteki öykücüleri de beğenmeyen, hiç beğenmeyen... anti-parantez bunu da koymak zorundayım. Beğenmiyorum, evet.
   
   
   Emine Gürbüz: Geçen yıl Eskişehir Sanat Derneği'nin düzenlediği etkinlikte dün yazdığıma bile bugün iyi gözle bakmıyorum demiştiniz. En iyisi bu oldu diyemeyecek mi hiçbir yazar ya da siz? Hep daha iyisi olabilecek mi? Bu bağlamda daha önce yayınlanmış eserleriniz hakkındaki düşünceleriniz neler, nasıl bakıyorsunuz onlara?
   
   Zeynep Aliye: Yazarken ben gerçekten çok emek veriyorum, bütün varlığımla onun içinde yaşıyorum. Yazarken değil, yaşamım öyle geçiyor. Bir an bile kaytaracak olsam, kendimi cimdikliyorum. Diyorum ki unutma sen yazarsın, bak unutma böyle bir şey var. Hayatın arka sokaklarını, sapa yollarını ihmal etmeyeceğiz. Caddelerde bulvarlarda elini kolunu sallaya sallaya gezme senin işin değil. Senin misyonun var, edebiyat. Sonuçta ait olmayı istiyorum. Eğer ait olmasam bırakıp giderdi esin denilen şey. İnsan sürekli değişen ve gelişen bir canlı. Hep daha iyiye doğru, daha mükemmele doğru gidiyor. Daha fazlasını görüyorsunuz hayattan. O güne kadar her yaşadığınız gün yeni bir deneyimdir ve o güne kadar fark etmediğiniz bir deneyimdir. İlkokul çağındaki bir çocuk, lise çağındaki bir gencin duygularını anlayabilir mi? Ergenlikteki bir insan, yetişkin, yaşlanmaya yüz tutan bir insanın deneyimlerini, yaşadıklarını, iç bunalımlarını, farklılaşmasını, katılaşmasını, sertleşmesini çözebilir mi? Ben çocukluğu biliyorum, gençliği biliyorum, aşkı biliyorum, yetişkinliği biliyorum. Geçmişi çok iyi bilerek gidiyorum, bu benim daha mükemmel şeyler yazmamı getiriyor. Bu sadece deneyim değil, deneyim aynı zamanda metafor demek, yoğunlaşma demek, deneyim başka anlatım biçimleri bulmak demek, daha yeni kurgular yakalamak demek. Çünkü sürekli düşünüyorsunuz üzerine, sürekli düşününce farklı olanı bulmak, farklı kurguyu yakalamak, farklı yüzünü görmek olayın, kimsenin görmediği yanını irdelemek... bu ancak deneyimlerle, yaşanmışlıklarla sağlanan bir şey. O zaman ben nasıl dün yazdığım bugün yazdığımdan daha iyi diyebilirim? Eğer diyorsam ben orada kalmışımdır zaten, o duraklama korkunç bir şey bir yazar için. Yaratma sürecinin mükemmelliği yoktur. Bir yazarın -eski anlayıştır, eleştiririm gerçi ama eleştirmenlere kimi zaman hak vermiyor da değilim- ölmesini beklerler, yazar ölsün ki edebi kimliğinin son erme noktasından itibaren gerçek olarak onu bir raya, yere oturtabiliriz derler. Bu tabii eksik olan bir şey, çağdaşın göz önünden, gözden uzak tutulmasını getiriyor. Bir bakıma haklıdır, yaşadığım sürece daha iyiye gidiyorumdur. Yarattığım sürece, yaşadığım değil. O yüzden dünkü öykümü bugün beğeniyorumdur ama, mükemmeli o değildir. Bugün daha iyisini yazıyorum, yazmalıyım. Yazamıyorsam hatalı durumdayım.
   
   
   Emine Gürbüz: Eserlerinizde dikkat çeken en önemli özelliklerden biri de imgeler. Birçok tanımı olan bu kavram sizin için ne ifade ediyor?
   
   Zeynep Aliye: Şimdi kavramsal, terimsel, kuramsal bağlamında yaklaşmak istemiyorum. Sonuçta ben yaratıcıyım. Ben hep görülenin arkasındakini işaret etmek istiyorum ve biliyorum ki asıl anlatılması gerekenler, asıl heyecan yaratıcı olanlar, hemen görülenin arkasında gölgede olandır. Arka plânda kalandır, elimizi uzattığımızda ancak görebileceğimiz olandır. İmgeye, o yoğunluğa böyle bir şey yüklüyorum ben. İlk bakışta okurun yakaladığı değildir. Taşın en sert yeri, en fazla acı çekmiş olan, en taş olan yanıdır. Üzerinde toz tabakaları vardır, kireçleşmeler vardır, kalker falan... rüzgârın toprağın oluşturduğu geçici bölümler vardır. Katmanları sıyırırsınız, zımparalarsınız, kazırsınız gerçek taş ortaya çıkar. Yazdığımız metinlerde de öyle, o imge aslında gerçek olanı saklayandır, bir başka boyuttur. Gerçek olanı, o imgeyi çözerek bulabiliriz. Bir çırpıda, ilk görülenin, göründüğü gibi anlatımın en azından öykü için iyi bir anlatım olmadığını -bir gazete haberinden, bir mahkeme ilamından çok da farklı olmadığını düşünüyorum.
   
   
   Emine Gürbüz: Bir başka kavramdan devam edelim. Ödül ya da edebiyat ödülü... Yazılmış olanın değerlendirilmesinden öte ödüllendirilmesi ve derecelendirilmesi nereye kadar mümkün?
   
   Zeynep Aliye: Bunu kimse değerlendiremez tabii. Sizin nerede olduğunuzu, ne yaptığınızı. Çok sağlıklı da işlemediğinin de farkındayım sistemin. Ödül; yazar açısından bir bakış, okur açısından bir bakış ve edebiyat dünyası açısından bakış olarak görülmeli. Edebiyat dünyası sizi nasıl fark ediyor? Ancak sizden söz edilmeye başlandığında. Çünkü o kadar çok kitap yayınlanıyor, o kadar çok yazı ortaya çıkıyor, o kadar çok ahbap-çavuş ilişkisi ortaya getiriliyor ki sizin görülmeniz -eğer bir başınızaysanız, bir başınıza veriyorsanız savaşı-, fark edilmeniz, edebiyat dünyası açısından hiç kolay değil. Bütün bunlar arasından seçebilmesi, ayıklayabilmesi sizi mümkün değil. Bir ödülle dikkatler üzerinize çekiliyor. Aynı biçimde o okurun da ilgisi çekilmiş oluyor, burada bütün reklamların falan dışında olarak sizi görmesini sağlıyor. Ama siz aynı zamanda görülmenin dışında bir şeyi fark ediyorsunuz. Eğer bunu hak ederek aldıysanız, hak ederek aldıysanız derken hiçbir aracı kurum ya da kişi araya girmeden diyorum tabii ki, o zaman diyorsunuz ki yazdığımı anlatılar ve beğendiler. Çünkü insanın manifestosudur, benim manifestomdur öykülerim. Öykülerimin nasıl olduğu üzerine ben yazı yazmanın çok doğru veya gerekli olduğunu düşünmüyorum -doğru olabilir ama çok gerekli olduğunu düşünmüyorum, olmamalı. Benim öykümün ne olduğu, öykümle ortaya çıkar. Farklı bir öykü tutturmaya, yazmaya, bana özgü bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bu öykü ödüllendirildiğinde diyorsun ki, bak kabul ettiler seni kabul ettiler. Burada ben hiç kimsenin izini sürmek istemiyorum. Tamam, Türk Edebiyatı'nda çok önemli isimler var; Sait Faik'tir, Şevket'tir... Bugün kulvarlar çizilmiş ya. Bunlardan hiçbirine dahil olmak istemiyorum, dahil değilim de ayrıca, değilim. Ben kendi yolumu, bağımsız olarak Zeynep Aliye çizgisini oluşturmak istiyorum. Bunu yapmak isteyen birisi için ödül almak çok değerli. Çünkü yapılan seçimler genellikle bu iki çizgiden birine ait olup olmadığınıza bakılarak yapılıyor. Herkes kendini bu anlamda bir yere ait olarak hissediyor. O yüzden mutluluk ve başarı gibi geliyor bana. Ödül almam benim için başarı...
   
   
   Emine Gürbüz: Ödül kavramına bağlı olarak Varlık'ta yapmış olduğunuz öykü seçimine gelelim. Kıstasınız neydi öykü seçerken?
   
   Zeynep Aliye: Kıstaslar nedir? Bakın ben geçenlerde bir seçici kurulu üyesi oldum. 356 şiir göndermişler seçici kurula. 356 şiir okunmaz kardeşim, ama ben okudum günlerce... Varlık'taki öykülerde, çok öykü geldi, bir öyküyü ötekiyle bulaştırmamak buluşturmamak için, onu sağlıklı biçimde değerlendirmek için her birine ayrı ayrı zaman ayırarak ve kendimi vererek okudum. Bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum çünkü. Güvenmiş ve göndermişler bana. Her yazar kendine özgü kriterler bulur. Bu öykülerde benim kriterim ne olabilirdi? Bir kere özgün olmasını, iki atmosfer yaratmasını istedim. Bana gönderilen öykülerin %75'i atmosfer oluşturmadan uzak; iç döküş, mektup biçiminde, öykü olmayan, deneme biçimindeydi. Bakıyorsunuz on sayfalık bir şey gelmiş, ama ben onu on tane roman yaparım. On roman olacak bir şeyi bana öykü olarak göndermiş. Böyle bir şey olmaz... Öyküyü tanımayan insanlar o kadar çok ki, öyküyü tanıyan çok az insan vardı, belki de hiç yoktu bilemiyorum bana gelenlerde. Türk Öyküsü'nü bilmiyor, bugünkü öyküyü bilmiyor, geçmişteki öyküyü bilmiyor, Dünya Öyküsü'nden bihaber, Dünya Edebiyatı'ndan bihaber insanlar. Hele bazıları vardı, acı çektim. O zaman diyorum, çok yazık, benim öykü kitabım niye bu kadar satıyor ortada. Ama ben dergilere büyük suçlama götürüyorum bu anlamda. Kötü ürünler, kötü şiirler, kötü öyküler yayınlanıyor. Onları örnek alan insanlar da çok kötü ürünleri nasıl olsa yayınlanacak diye gönderiyor. Ben onları kendi dergim olsa asla yayımlamam. Benim yayımlamayacağım bir öykü de seçmem. Bunların arasından seçtim. Hele birinci aşamada diyebilirim ki mecbur olduğum için seçtim, hiç seçmemek de kötü olacaktı -yani hiç seçmemek de kötü olacaktı. Seçmeye değer öykü bulunmadı diyebilirdim ben. Çünkü bana göre seçmeye değer öykü yoktu. Ama bakıyorsun, göndermiş bu kadar insan. Tekrar tekrar üç kez okumuşumdur, eliyorum, tekrar, eliyorum, tekrar. Bunların sonucunda seçtiğim öykülerdir.
   
   
   Emine Gürbüz: Yeni nesil edebiyatçıları takip ediyor musunuz, dikkatinizi özellikle çekenler var mı?
   
   Zeynep Aliye: Olumlu anlamda dikkatimi çeken bir-iki kişi var. İsim vermek istemiyorum şu aşamada. İki isim var kafamda, onların neler yapacaklarını bekliyorum, bundan sonra ne yapacaklar... Çünkü umut veren bir arkadaşın ikinci kitaba geldiğinde nasıl savrulduğunu, nasıl bambaşka yerlere gittiğini, kendisini nasıl popülizme kaptırdığını gördükten sonra büyük bir düş kırıklığı ve umutsuzluk yaşadım. Şimdi o iki isim var, hiç ses etmeden bekliyorum. Onlara şöyle yapın böyle yapın demek bana da düşmüyor ayrıca. Bu anlamda destek vermek de istiyorum, ayrıca samimi olduklarına inandığımdan, bu çizgiyi de sürdürüyorlarsa, onlarla konuşmak isterim.
   
   

   
   

   
   Emine Gürbüz: Biraz olsun tanınmaya başlamış ya da hiç tanınmayan yazarların popüler kültüre akan kanı hakkındaki düşünceleriniz neler?
   
   Zeynep Aliye: Biraz önceki soru, denk düşürdün. Birazcık tanınmış ya da tanınmamışları bırakın, bugün Türk Edebiyatı'nda isim olmuş yazarların. O seçkilere girmiş, antolojilerde yer almış, edebiyat tarihine geçmiş bir yığın yazarın popüler anlayışa nasıl teslim olduğunu görmenin sanıcısını yaşıyorum ben. Yani onlar teslim oluyorsa, diğerleri hayli hayli teslim oluyor. Bu, Türk Edebiyatı'nın geleceğinin ne kadar karanlık olduğunu göstermesi bakımından çok önemli bir ipucu ve çok doğru bir soru.
   
   
   Emine Gürbüz: Sürekli hareket hâlindesiniz, özellikle Eskişehir'de kendimi bu kadar sıcak ve güvende hissediyorum kendimi diyorsunuz. Peki ya İstanbul, nedir bu koca kentin sizde bıraktığı izlenimler çağrışımlar?
   
   Zeynep Aliye: Hiç de kaçırmıyorsunuz söylediklerimi... İstanbul bir kurtkapanı, bana heyecan veriyor ve beni inanılmaz ölçüde besliyor. Hem böyle bir tarafa çekilip sakınarak, ama insanları sürekli olarak izleyerek, onların gelişimlerini, dönüşümlerini, entrikalarını, değişimlerini... insanın macerasını izleyerek heyecan alıyorum. Yani bundan, olumlu ya da mutluluğa dayanan sevinçli bir heyecan olduğu anlaşılmasın. Ama yazarlığım açısından çok değerli bir mekân, zemin oluşturuyor İstanbul. Eskişehir'de güven duygusu, o sıcaklık, içtenlik, insanların birbirine ark niyetsiz çok dostça yaklaştığını düşünüyorum ya da ben öyle görüyorum, o enerjiyi alıyorum. Örneğin bu gelişimde, daha önceden buraya geleceğimden haberi olan bir arkadaşım. Gece saat bilmem kaçta bana telefon açtı, ben de trene binmek üzereydim, ne zaman geliyorsun dedi. Gece 2'de ineceğim dedim, aa dedi gece 2 çok geç. Taksiye bineceğim gideceğim. Hayır dedi, bir arkadaş "Zeynep Hanım kaçta gelecekmiş alalım onu" dedi. Hiç gerek yok, ne münasebet, gece 2'de yatağından kalkıp gelmeyecek? Hani erken bir saatte gelsen belki gerekmeyebilir ama dedi farz oldu seni oradan almak... 10 dakika içinde arkadaş aradı, Zeynep Hanım kaçta geliyorsunuz. 2'de orada olacağım, ama önemli değil dedim. Tren 3.30'da Eskişehir'de oldu. İstanbul'daki görevli beni yanlış bilgilendirdi. İstanbul'da çok rastlanır bir şeydir, gece 3.30'da ineceğinizi bilir ama 2 diyebilir çok rahat. 3.30'da indiğimde adamcağız böyle perişan olmuş, donmuş bir vaziyette. 1,5 saat boyunca garda beni beklemiş. Beni aldı götürdü, Öğretmen Evi'ne kadar bıraktı, üst kata kadar çıktı hattâ. Bu nerede rastlanabilir bir şey? O zaman bu benim üzerimde inanılmaz ölçüde hoş izler bırakıyor, keyif verici izler bırakıyor.
   
   
   Emine Gürbüz: Yeni kuşağın geleceğinden umutlu musunuz, biz olaylara belki de hep kötücül yanıyla bakıyoruz. Siz ne görüyorsunuz dışarıdan?
   
   Zeynep Aliye: Ben dışarıda değilim, ben de içerideyim bir kere; üstelik de tam göbeğindeyim işin. Ama umutlu olmak ya da olmamak değil sorun, asıl sorunun ben ilk önce çaba harcamak olduğuna inanıyorum. İnsanlar emek vermiyorlar, emeğe saygıları yok, emeği sevmiyorlar daha doğrusu. Emek, sevilmesi gereken bir şey. Ben bir şeye çok emek verip elde ettiğimde mutlu olabilirim. Birisine çok emek verirsin, seversin, tutkuyla yaşarsın. Sonra büyük düş kırıklıkları yaşatabilir sana, ama sonuçta verdiğin emeği seviyorsundur sen. Bu yaşanan düş kırıklığı onunla, yani verdiğin emekle bir parça azalmış olur. Çünkü ortaya güzel bir şeyler çıkmıştır. Gelecekten umutlu olmak, Türkiye dünyanın dışında bir yerde değil; Türkiye'nin geleceğini, dünyanın geleceği, Ortadoğu'nun geleceğine bağlı olarak değerlendirebiliriz... İnsanlığın geleceğinden yakın bir vadede çok umut değilim ben. Bir dünya savaşını geride bırakalı 55-60 yıl oluyor. Yeni bir dünya savaşı olmayabilir ama, mevzii olarak geniş bölgesel savaşlar söz konusu. Adamlar suyu diyorlar şöyle kullanacaksın artık. Amerika, benim suyumu nasıl kullanacağıma müdahale ediyor, suya varıncaya kadar yani! Din savaşları, ırk savaşlar, mezhep savaşları, su savaşları, futbol savaşları... İnsanları savaştırmak için her şey çok plânlı, programlı biçimde hazırlanıyor. Bu durumda öykünün geleceğini düşünmek biraz lüks bir şey. O, ikinci, üçüncü, beşinci plânda düşünülmesi gereken. Ama öte yandan hayata dahil olan ve her şeyin birbirini etkilediği dünyada birbirini etkileyen öğelerden birisidir edebiyat da, öykü de. Her şey kötüye giderken öykünün iyiye gitmesi mümkün değil. Bir kere savaş dediğinizde kitap yoktur orada. Yıkım vardır, kan vardır, yoksulluk vardır, sefalet vardır, umutsuzluk vardır. Kitap bunların tam tersinin olduğu yerde çok daha şekillenir. Gerçi yoksulluk, geri kalmışlık, insanları edebiyata ve sanata yönlendirir. İleri giden, teknolojik bakımından çok gelmiş ülkelerde sanat yapıtları ve sanatçıların çok fazla olmadığını, üretimin gerçekleşmediğini, çok özgün yapıtların oluşmadığını biliyoruz. Yoksulluk aynı zamanda çatışmalar, çelişkiler demektir. Çatışmalar ve çelişkiler bir biçimde ifade olanağı arar kendisine, bu kanallardan biri de sanat alanlarıdır değil mi? O zaman elbette sanatçı, sanat üretimini olumlu etkiliyor belirli bir düzeyde sürdürüldüğü sürece yoksulluk. Ama savaşa, kana, kıyıma döküldüğü anda artık edebiyatın rölantiye alındığı veya bir tarafa itildiği noktaya geliyoruz. Türkiye'nin gidişi bu yoksullukla, bu cehalet, insanların geleceklerine sahip çıkmayışları, her türlü provokasyona, manüpülasyona gelmeye hazır olmaları; en yetişkin, en eğitilmiş insanlarda dahi bunun böyle olması, benim gelecekle ilgili umutlarımı örseliyor.
   
   
   Emine Gürbüz: Edebiyat silah olarak kullanılabilir mi?
   
   Zeynep Aliye: Edebiyat zaman zaman silah olarak kullanılmıştır. Çok toplumsal, toplumcu çizgi vardı bir dönemde. Bir bilinç taşımak, bir bilinç aşılamak işçi sınıfına... Fakat bu ne işe yaramıştır? Silah olarak kullandın, ne işe yaradı? Diyelim ki faşist döneminde sanatı silah olarak kullanmaya çalışmıştır Almanlar, bir faşist sanat anlayışı, üslubu oluşturmaya çalışmışlar; ona bağlı fütürist heykeller, kitaplar. Sovyetler Birliği'nde öylesine müthiş bir Rus Edebiyatı'nın üzerine bence abuk-sabuk bir yığın yapıt yazılmıştır. Olmayacak bir şey, yani öyle bir uçurum ki hiçbir güç Sovyet Edebiyatı ve Rus Edebiyatı arasında bir köprü oluşturamaz, çok yazık etmişler. Peki ne oldu? Orada, Rus Edebiyatı rölantiye alınmıştır. On yıllarca, çok yazık edilmiştir. Peki sanatın silah olarak kullanılması yeni insanı üretebilmiştir? Yeni insanı bilinçli ve geleceğe sahip çıkan kuşaklar olarak sürükleyebilmiş midir peşi-sıra? Hayır, onu da yapamamıştır. Ama bir de şu açıdan bakıyoruz... Dini inançları bir yerlere sürüklemek, güçlendirmek, alt-yapı oluşturmak için silah olarak kullanılıyor yapıtlar. Romanlara, öykülere vs. bakın tek hedef vardır. Bir kız, bir oğlana veya bir oğlan bir kıza âşık olur. Biri inançlıdır biri inançsızdır, sonuçta inançsız mutlaka ahlaya vahlaya inançlı olur. Genellikle de buluşamazlar, o tek başına hayatın dikenli yollarında mücadelesini sürdüren bir militan hâline gelir. Şimdi bu hayatın gerçekliğini karşılamıyor, yani onu hayata geleceğe hazırlamıyor ve bu çok uzun zamanlar geçirtiyor. Ezberin kırılması gerek, fakat o süre içerisinde olumsuz olarak kullanılıyor edebiyat. Edebiyat silah olarak kullanılmalı mı yoksa kullanılmamalı sorusu sorulduğunda yanıt: Kullanılmamalı, ama kullanılıyor.
   
   
   Emine Gürbüz: Korkuyor muyuz, korkmamız mı gerekiyor? Yalnız mı bırakılıyoruz? Saldırganlıklarımız da var, boş vermişliklerimiz de, çekingenliklerimiz de, emeklerimiz de...
   
   Zeynep Aliye: Korku insanın içinde. Ama insan karanlıktan korkuyor. Güneşi görmüyor orada. Kendisini, çevresini, o gülümsemeyi görmüyor. Ateşten korkuyor, bir deneyim yaşadığı için korkuyor; ancak eli yandıktan sonra ateşten korkuyor insan değil mi? Korkularımızla yaşıyor, ama o korkuları yene yene gitmek gerekiyor. Belki korkular insanın daha plânlı, daha akılcı davranmasını sağlıyor. Bu komik bir duruma yola açmadığı sürece, çekincelerimiz, korkularımız temkinli davranmayı getiriyor bize.Diyorsun ki şundan şu olabilir... Bir saplantı hâlini almadan korku. Cesaretin onda dokuzu kaçmaktır, bir anlamda öyle bir şeyler. Korkular insanı geleceği hazırlamada, ayağını yere sağlam basmada, temkinli olmada katkı sağlayıcı işlev taşıyor. İnsanız... İnsanın bir ânı öbür ânını tutuyor mu? İnsan kendisiyle sürekli barış içinde olabiliyor mu? Hiç kimse olmasa kendisiyle kavga ediyor, kendisiyle çatışmaya giriyor insan. Ben bunu niye yaptım, ben bunu nasıl yaptım, ben bunu nasıl yapmalıyım... İnsan rafine bir şey değil veya nasıl söylemeli, böyle matematiksel olarak açıklayabileceğimiz belirli standartları olan bir şey değil. Her an değişken, her an yeni bir şey yaratabilen inanılmaz bir zenginlik. Zaten bu kadar şeyi yaratmasının başka bir açıklaması var mı? Bir bakıyorsun, bir an geliyor cinnet geçirdi deniyor, birisi birisini öldürebiliyor rahatlıkla. Ummadığınız bir kadın kocasını doğrayabiliyor mesela.
   
   
   Emine Gürbüz: Peki yeni çalışmalarınız... öykü ya da roman. Ne zaman elimize alıp üslubunuzda ve konularınızda kaybolacağız?
   
   Zeynep Aliye: Bir öykü dosyam hazır, "Çıplak Güvercinler" diye. Çok emek verdiğim, çok severek çalıştığım bir dosya. 2004 içinde düşünüyorum onu, 2004 içinde ya o, ya da bir de roman çalışmam var, benim için ilk roman bu, onu da yayınlamayı düşünebilirim. Çok ilginç, hoş bir konusu var, çok sağlam kahramanlarım var. İnsanı tutkularıyla, öfkeleriyle, nefretiyle, geçmişiyle, hesaplaşmasıyla ortaya koyan iyi bir çalışma. Bir de "Edebi Hayatın Sırları" diye başka bir dosyam var, o da bitmiş durumda ama şimdi biraz yeni eklemelerle geliştirmeyi düşünüyorum; o da 2004 içinde yayımlanır umudu taşıyorum. Önümüzdeki üç yıl içinde bunlar peş peşe yayınlanabilir, belki de öyle olacak.
   
   
   Emine Gürbüz: 'Düşle Sanat Dergisi' olma yolunda ilerlerken, sizin özellikle edebiyatın diğer sanatlarla olan ilişkisi hakkındaki yorumlarınızı alabilir miyiz?
   
   Zeynep Aliye: Artık günümüzde kimse kapılarını kapayıp dünyaya sırtını çeviremiyor. Bu sanat alanları, bilim alanları için de geçerli. Bakıyorsunuz işte, tıp bilim alanı olmaktan çıkartılıyor. Neymiş? Çünkü içinde bir yığın farklı alan var. Oradan anatomiyi bilim alanı olarak seçiyorlar. Sürekli kaygan bir zemindeyiz. Bilim alanları birbirini etkilerken, iç içe geçerken ve yeni başlıklarda buluşurken sanat için de hem bilim alanlarıyla, hem de kendi sanat alanlarıyla yakınlaşma, dayanışma, ittifak içinde olma kaçınılmaz geliyor. Bu nasıl olacak? Ben bir resim sergisine gittiğimde ben resimlere nasıl bakıyorum? Çok hoşuma giden, farklı bir kurgu denemesi olan bir resmi görünce ben bunu öyküde nasıl ifade edebilirim, buradaki öyküye nasıl yansıyabilir? Kurgu bu, başka bir bakış açısı. Bunu yapmak gerekir. Bir şiiri nasıl, şiirselliği nasıl veririm? Günümüzün bilimsel bir takım buluşlarını ben öykünün içerisine nasıl yediririm? Alıntılar gibi post-modern bir çizgide yapmıyorum bunu. Bir yazarımız mesela öyle yapıyor; alıyor, dolduruyor metinleri, alıntıyı koyuyor... Öyle değil, orada benim için esas olan gerçek bir nakkaş olmalı, hat ustası örneği olmalı. Bu hat ustasını anlatırsın, bu hat ustasını yarattıklarından yola çıkarak anlatırsın. Kolajlara karşıyım, monteye karşıyım, öykünmeye karşıyım, bir başka yapıtın benzetmelerinin kopya edilmesine karşıyım. Özgünlük olmalı ve bütün sanat alanlarından nasıl yararlanabileceğimi durmaksızın düşünerek yazmalı. Örneğin, sinematografik yapı... görselliğin öne çıkarılması şarttır öyküde. Çünkü okuru bütün duyularıyla, duyumlarıyla yakalayacaksın. Görme, koklama, tatma, dokunma her neyse... Olabildiğince ona o hazzı yaşatman gerekiyor. Bunun için de çok zengin bir kültürel birikime sahip olmak, dünyayı çok iyi tanımak gerekiyor, günümüzü belirleyen toplumsal, psikolojik, sosyolojik, ekonomik bütün bileşenleri görmek ve analiz olarak bakmak gerekiyor, senteze varmak gerekiyor bugün için. Yaşadığımız dünyayı her şeyiyle yansıttığımız bir öykü dünyası olmalı. Yaşadığın dünya atardamarından beslenmiyorsan, yüzünü geleceğe çevirmiyorsan öykü ölü doğar, asla yaşayamaz. Sen onu zorla yaşatmaya çalışırsın ama yararı yok. Çünkü yayımlandığı andan itibaren artık o kendi mücadelesini kendi verecek olan bireydir, böyle görüyorum ben. Sen asla okurla onun arasına giremezsin artık, okur onunla baş başadır, sevecek ya da sevmeyecektir.
   
   
   Emine Gürbüz: Varlık'a gelen öyküleri söylediğimiz zaman eleştirdiniz, hiç beğenmediğinizi, öyküyü bilmediklerini söylediniz. Size soralım, öykü nedir, öykücü kimdir?
   
   Zeynep Aliye: Çok zor sorular soruyorsun, fena sıkıştırdınız beni. Öykü nedir sorusunun cevabı yok, öykü nasıl olmalıdır sorusunun cevabı yok. Herkes kendi yolunu kendi bulur, sonuçta akar, önüne bir engel çıktığında engeli dolaşır yine akar. Öykücü, öykü yazarı için bu geçerli. Öykü... hayatı yansıtan anlardır, bir andır. Anın içerisindeki sonsuzluktur. İnsanı, okuru, soluksuz bırakan ve metin bittikten sonra kendisini yeniden başka bir kimlik gibi bulandır. Asla o öyküyü okumadan önceki insan olarak görmüyorsa kendini, başka birisiyse öykü iyi bir öyküdür.
   
   
   Emine Gürbüz: Son olarak internet üzerinden yayın yapan ve hiçbir maddi çıkarı olmayan Düşle Edebiyat Dergisi okuyucularına söylemek istediğiniz birkaç cümle var mı?
   
   Zeynep Aliye: Maddi çıkar, hiçbirimizin maddi çıkarı olmamalı, o zaman iş biter zaten. İnternet ortamında elektronik kitap yayımları var biliyorsunuz. Biz, Bilgi Yayınevi olarak ödülünü veriyoruz, dördüncü yılı olacak bu. Bir kere çok destekliyorum. Gelecek internetin sağladığı olanaklarla, elektronik kitap ortamında şekillenebilir. Yine de o kitabın kokusunu, tozunu yutmasını istiyorum genç kuşağın. İnternet ortamı elbette çok güzel. Böylesine özveride bulunan arkadaşları kutluyorum, çok değerli sizin emeğiniz. Genç kuşakta böyle kendini adayan, zamanını, enerjisini, gücünü her şeyini ona adayan insan sayısı çok fazlaca yüksek değil. Üniversitelisiniz, bir yandan okuyorsunuz, bir yandan ekonomik sıkıntılarınız vardır... Üstelik de hiç para getirmeyecek, para kazandırmayacak bir alanı seçmiş olmanızın bir yandan hoşluğunu duyuyorum, bir yandan üzülüyorum, bir yandan yalnız olmadığımızı, geleceğimizde bizim izimizi sürdürecek genç arkadaşların olduğunu görmenin kıvancını, gururunu taşıyorum...
   
   
   Emine Gürbüz: Bu hoş sözleriniz ve sohbetiniz için Düşle Edebiyat Dergisi adına teşekkür ederiz Zeynep Aliye... Bugün yorduk sizi.
   
   Zeynep Aliye: Ben çok teşekkür ederim, bunlar güzel yorgunluklar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder