10 Ağustos 2011 Çarşamba

oluş

buğulu bir göğü anlatıyor yüzün
bulutlara isyan eden volkanlar gibi
dağılışı simgeleyen püskürtülmüş söylenceler
yaramaz çocukların bile elini süremeyeceği
ısınmış ve yenilmiş acı

uzun zaman geçti kendimi dinlemeyeli,
seni düşünmeyeli asırlar geçti
tanrı lanetini almış üzerinden Dorian
görüyorum bunu inanıyorum üstelik, bağışladım seni
tükenişin tasvirini güzel yaparsın
bense ağlarım  işe yaramaz  hiçliğin kıyısında
anlamları yitik, ölü, dirençsiz
ve kimse bilmeden boğulmuş intihar satırlarıyla

dirilişin tarihini yazmadan okuyan zihninde
bir değer olsun varlığım yeter
sonsuzlukta kendini tekrar tekrar yaratan
her defasında yok olmuş
mahkumiyeti unutulmuş olan benim
taşıyorum üzerimde, alnımda, yüzümdeki her çizgide
herkes biliyor dışlandığımı
işaretlenmiş bir anathemayım işte

sustuğunda söz, durduğunda düzen
kırıldığında çark bir bakışlık huzur, bütünsel bir açı
kır saçlarında aklanmışlığın huzuruyla
gülümseyen bir adam olduğunu görebilmek,
değer olabilmek için yolcuyum
tinden töze.

Kan Tadı

şimdi soyunursam geceye
kadehini sahiplenirsem ve içersem kırmızısını
kırılılan tüm parçaları saplarsam en derine
kadın gözlerinde hırs,acı, bağıran bir ağlama duygusu
isyan artığı bir sessiz duyumsayış
suskunluğu bekler kopuk, kokuşmuş
kabullenmiş kirli gömleğini
bir adam!

adam sonra,
git gel inlemeler, yorgun
duyamaz olmuş fabrika sesinden sesini
bakmaya yüzü yok yüzüne
utanmış, ezilmiş, kaybettiğinden haberdar öyle
sahiplenirse kadehini gözlerinde yumruk
farketmiyor parmağından sızan kanı
nasırı açılmış acıtmıyor
yüreğinde hissiz bir baba öğüdü
-geçmiş geçmişte kaldı
oğlumda yok ki benim
olsaydı keşke
olsa mıydı?

hünerli kadın, açmamış bacağını kimseye
kiminsin dedilerse onun olmuş
onun olmuş mu bilmez
öfkesi nakışında, satmış onuda
satmış bir masa, bir duvar, boş bir mutfak karşılığında

şimdi soyunsam geceye
sahiplensem ve içsem kırmızısını
yüreğime saplanmış yüzlerce cam parçası
bulaşmış dudağıma bir adamın nasırının kanı
hırs, yumruk, acı işte acı
kalır öylece, tanıklık etmezki ay
ay aşık, sarhoş yıldızların güzelliğiyle
bakarsa bir kere yeryüzüne
sevişen insanlar görür
aşka inanır
inandırır herkesi

dilimde kan tadı
bedenimde cam
yalnızsın gecenin kimsesizliğinde
adam yalnız, kadın da.

5 Ağustos 2011 Cuma

açık

günler geçiyor…
ayın batışında kararan bir aydınlığa boğulurken zihnim
anlatamadığım kahırların savaşında ölür bedenim
sorgulardan çıkışlarım kan revan
aykırı dönüyor dünya
beni soran herkes düşman
aşkın tutuşturduğu ruhumu yele verdim
estikçe rüzgar eskiyor söylencelerim
kırılan şarap kadehlerinin içine düştü yıldızlar
orada öylece sönüyorlar
ben burada öylece sönüyorum

ölü kuşları gömüyor ellerim
hüzün kaplıyor gökyüzünü
uykumu kaybettiğim günden beri
keman sesini duyamıyorum düşlerimin
ve o müzizyen gelmiyor artık çay bahçesine
koltuğunun altında paramparça ettiği besteleri
dağılmış dört bir yana
ben dağılıyorum görmüyor kimse
tükenmek değil inciten
aradığım hiçbir şeyi
geçen onca zamana rağmen
bulamamış olmanın esareti
 böylesine bir tutsağım
kapatsam gözlerimi aldatılmışlığın bütün hisleri çökecek üzerime
kıskacında sakladığı iğnesiyle durduracak biri akan kanımı
kapatsam gözlerimi çiçekler açıyor sanacağım uçuşan beyazlıkta
hayalkırıklıkları getiren umutlar edineceğim belki
yani hani öyle derlerya açık gitti gözleri
öyle yani açık açık

deniz yoksulu

derin, soğuk, ıssızdır sokaklar
unutulmuş tüm eski evler
görmezden gelinmenin acısıyla yıkık
vazgeçmiş gibi sessiz, vazgeçilmiş kadar donuk
erken bir ölüm sarıldığım
tüm bana bakan pencerelere rağmen
tıkadım kulağımı kırılma seslerine
aşina değilim kanamasına ayaklarımın
kırmızı sadece sevinç anlatır derdi biri
kimdi ve hiç kan görmemiş miydi bilmiyorum

şimdi yastayım, arkasında renkli izler bırakan
siyah beyaz bir gölge
tüm yıpranmışlıklara sahip çıkan bakışlarım
yalnızlığına çare arayan
deniz yoksulu bir kimsesizlik sadece

yorgun değilim, uykumda yok üstelik
attığım her adım sarsıyor uzakları
yalancı bir öfke dolanıyor sonsuzluğun yüzünde
ulaşılmazlığını bilmezden gelerek
dalga geçiyor yuvarlandığım kuyularla
ıslaklığı hissettiğim sürece varım ben
bilmiyor henüz, ne kadar derine düşersem o kadar ıslağım.

Söyleşi: Feridun Düzağaç . Emine Gürbüz & Alper İlhan

  düşLE Edebiyat Dergisi: Merhaba, konser öncesi bizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Sizi çok fazla yormadan, hemen başlayalım. Şarkılarınızın sözleri de müziği de iç dünyanızın aynası gibi. Hissedişlerinizin parıldayışına ve onların sanatsallaşmasına en önemli etki ‘siz’ misin?
   
   Feridun Düzağaç: İnsanların, kayıtsız şartsız kucak açtıklarına inanmak çok zor bu ülkede, şu yaşanan konjektürde. Benim için zorluk, ben bir amatör müzik dinleyicisiyken çok sevdiğim adamları dinleme şansını buluyordum ve o zamanlar müzik dinlemek ya da birilerini takip etmek kayda değer şeylerdi. Şimdi, uzaktan bakıldığında bana pek öyle gelmiyor -ki ben, benim dinleyicimi biraz, kendi dinleyicimle benzeştiririm. Çok tüketime dönük bir gençlik var ortada, hemen harcıyorlar ve bitiriyorlar. Geriye ne kalıyor, açıkçası ondan emin değilim. Benim için, yazdıklarımın ya da yazabildiklerimin ve yaptıklarımın bir ömrü yok ama, bu anlamda kimlere kalbimi açtığım noktasında bazen kırgınlıklar yaşıyorum.
   
   düşLE: Peki, popüler kültürün karşısında harekete geçen bir gençlik hareketi var mı, değerlere sahip çıkabilen?..
   
   F.D. : Var tabii...
   
   düşLE: Gelişiyor mu, yoksa olduğu yerde sayıyor mu bu hareket?
   
   F.D. : Her zaman vardı ve azınlık olarak durmakta. Mesela ben de kendi yön vericilik çağlarımda o azınlığın içindeydim. Şimdi yine var, değişen ne peki? Bizim zamanımızda üniversiteli olmak ‘bir şeydi’, şimdi pek bir şey ifade etmiyor açıkçası. Hep bu örneği veriyorum ama, çarpıcı bir örnek. Televizyonlardaki talk-showlarda Okan Bayülge’nin, Beyaz’ın ya da başkalarının şovlarında, mankenleri çılgıncasına alkışlayanlar üniversiteli gençler, pankart açıyorlar; ODTÜ’den geldik, Uludağ Üniveresitesi’nden geldik diye. Yani popüler kültürü tamamen kabullenmiş durumdalar, uyuşturulmuşlar ve bu duruma yabancılık çekmiyorlar. Çok ölçüp biçmiyorlar, irdelemiyorlar. Ben de kötü şeyler olduğu için söylemiyorum, ama bunun karşısında alternatif bir kültür var mı? Alternatif kültür; kendi üniversitelerinde şenlik yapamıyor, alternatif konser düzenleyemiyor. Bu noktalarda tıkanmışlıklar var.
   
   düşLE: Peki popüler kültürde, sanat eserlerinin birçok kişiye ulaşması, piyasa kavramını da oluşturuyor. Bu gibi bir durum da, çok okunan bir edebi eserin ya da çok satan bir müzik albümünün de piyasa damgası yemesine neden oluyor... Eğer bir albüm çok satıyorsa, ‘piyasadır’ diyerek kestirilip atılmıyor mu? Sanatsal çalışmanın kişiler arasındaki başarası ne derece değerlendiriliyor?
   
   F.D. : Böyle bir ikonlaşma var ama, her zaman için bunu bu şekilde kuralmış gibi anmak haksızlık olur. Çünkü geçmiş yıllarda da vardı; gerçekten çok kayda değer şeyler olduğu için çok satmış müzik albümleri de oldu bu ülkede. Mesela, Şebnem Ferah’ın ilk albümü, Teoman’ın ikinci albümü gibi... ya da Sertap Erener’in yıllar önce yaptığı olduğu bir pop albümü vardı “lâl”, bu saydıklarım çok kayda değer işlerdi. Karşı açıdan bakınca, çok televizyona çıkınca, çok tanıtılınca albümün, biraz daha satıyor olduğu bir gerçek; ama ticari ivmesi olan işler var...
   
   düşLE: Yerleşik düzen midir bunun sebebi?
   
   F.D. : Her şeyi düzene bağlamak anlamsız, bu biraz yapı meselesi, kahramanın bakış açısıyla ilgili. Bana mesela, kendi dinleyicilerimin sorduğu en çok sorduğu soru, neden klip çekiyorsunuz ve Kral Tv’de yayınlatıyorsunuz, hem de neden klipleriniz Kral Tv’de göremiyoruz... yani bakış açısı çok farklı. Ben daha çok albüm satmak istemiyor muyum acaba? Hayır öyle değil, ben de çok albüm satmak istiyorum, daha çok konser yapmak istiyorum. Ama ben böyle görmüyorum, doğru mecra Kral Tv değil benim yaptıklarımı paylaşmak adına. Bu tip promosyon kozlarını bugüne kadar reddettim. Kral Tv müzik ödüllerini boykot ettim, gitmedim, inanmıyorum ben size dedim. Bazı şeyler yaşadım, Okan Bayülgen’le mahkemelik olduk... Göksel’le aynı şarkıyı yazdık gibi göründü. Bu noktalarda medya acayip akın etti mesela; hadi kapışın, çarpışın diye. ‘Deprosyandayım’ şarkısı bir dönem magazin programlarında çalındı, tüm bu programları aradım, lütfen çalmayın dedim. Medyanın bu kozlarını kullansaydım belki, şu anda daha çok albüm satmış olabilirdim; fakat geçici misafirler edinmiş olurdum.
   
   düşLE: Üniversite gençliği dedik, siz de İngilizce İktisat bölümünden mezun oldunuz, sonra çok farklı yönlere kaydınız zaman geçmeden. Peki herkes için sonuç ‘böyle’ olur mu? Çünkü boş hülyalarla dolaşan insanlar da var...
   
   F.D. : Ben İşletme okurken de başıma bunların geleceğini biliyordum, ne olacağını biliyordum, beni nasıl bir final beklediğini biliyordum, kurgulu, ben buna inanıyordum. Mesela ortaokul yıllarında, Beşiktaş’ta oturacağımı da hissediyordum. Gün gelecek, İstanbul’da Beşiktaş’ta oturacağım falan diyordum. Yani bu, ben İstanbul’a gideceğim ve hayatı orada sürdüreceğim gibi bir şey değil.
   
   düşLE: Daha ayrıntılı sanki...
   
   F.D. : Yıldızlar mevzu galiba biraz, kurguyla alakalı bir şey biraz da. Açıkçası ben, seviyorum, sevdiğim bir şeyi yapıyorum, sevdiğim bir hayatı yaşıyorum. Bu bir iş değil çünkü, işleştirmekten de mümkün olduğu kadar kaçınıyorum. Herkes için geçerli olabilir bu durum bence. Tıp okuyan biri için resim yapmak mutluluk kanyağı ise, resim yaparak yaşayabilirim.
   
   düşLE: Öyle de yapmalı zaten,
   
   F.D. : Ama bazı sahte ve yapay heyecanlar var. Eğer insan aynaya bakıp kendini ikna edebiliyorsa, hiç kimse onu durduramaz, ben buna inanıyorum.
   
   

   
   

   
   düşLE: Kızınız, onun hakkında ne düşüyorsunuz?
   
   F.D. : O da şarkıcı olacak, büyük ihtimalle.
   
   düşLE: Yolunuzdan gidecek yani.
   
   F.D. : Bana sorarsa söylerim. Kendine sahneler yaratan, oynamayı ve teşhiri seven bir yaratık. Zülfü Livaneli – Aylin Livaneli olabiliriz... Baba nispeten biraz doğru müzik yapan, kız ise daha rahat bir şeyler yapan. Meltem Cumbul gibi bir kızım olacak diye düşünüyorum. Her tarakta bezi olan; dans şarkı, müzik... Hep gülen, neşeli, pozitif... yani şarkıcı olur herhâlde. Şimdi benim bütün şarkılarımı biliyor, hepsini biliyor sözleri dışında; üç buçuk yaşında, seviyor da, söylüyor da, eleştiriyor da. ‘İçimden Şehirler Geçiyor’u seviyor mesela, ‘Uçak’ı seviyor.
   
   düşLE: Yaşamınızda neleri değiştirdi kızınız?
   
   F.D. : Çok şeyi değiştirdi. Alt-üst etti, iyi anlamda alt-üst etti. Bir kere, sorumluluk duygusu ve hayatı biraz daha ciddiye almak, sağlıma dikkat etmek -onun için. Kendim için çünkü bugüne kadar sağlığıma dikkat etmedim. Ama onun için dikkat etmek zorunda hissettim. Biraz, yumuşattı beni, bana çok pozitif şeyler kattı. Belki yeni albümde ve ondan sonraki albümlerde, hayata eğlenmek adına biraz esprili ve mizaha dönük şeyler yazıyor olmamda da onun katkısı oldu.
   
   düşLE: Yaratmanın hazzını yaşıyorsunuz mutlaka, şarkı yaratmanın. Şarkı sözleri üzerinden mi yola çıkıyorsunuz, şiirlerden mi? Sizin için müziğin anlamı ne bu bakımdan?
   
   F.D. : En çabuk yazdığım şarkılar, sözü ile beraber müziğini de yapabildiğim şarkılar, ilham diyorlar ya hani, bir çırpıda olan şeyler. Genelde ben, günlük tutmak gibi değil ama, sürekli yazarım. Günü yazarım, o gün çarpıcı bir olay yaşanmışsa onu yazarım, taşar zaten bir şeyler. Daha sonra bakarım onlara, neler yazmışım diye; kendince bir matematiği var aslında, fakat hiç şarkı sözü olsun diye yazmam mesela. Şarkı sözlerinde, bazı alışmamış sözlerin ya da kelimelerin olması da bundan geliyor. Aslında bir düz yazıcıyım ben. Örnekleri var bugüne kadar ki şarkılarımda bunların; şarkı sözü havası taşımayan kelimeleri kullanmak buradan kaynaklanıyor. Ama beni şarkı yazmaya götüren, müziğin anlamı ne diye sordun, bu şarkı olmalı dedirten şey, yan yana gelmiş birkaç kelimenin büyüsü, mesela: ‘İçimden Şehirler Geçiyor’. Bu anlatılabilir bir şey oldu diyerek nasıl bir müzik girdiğimi hatırlayabiliyorum. Sözlerin beni biraz tahrik etmesi gerekiyor.
   
   düşLE: Sözler de çok önemli sizin için.
   
   F.D. : En az yüzde elli bir; öncellikli olan bir şey demek benim için. Çünkü ben, müzikte herhangi bir eğitim almadım, yapabildiğim kadar yapıyorum müziği. Ama kelimelerle oynamayı hep sevmişimdir; ortaokulda kompozisyon yazarken de, şimdi şarkı sözü yazarken de... ya da geleceğe dönük başka şeyler yazmaya çalışırken de.
   
   düşLE: Etnik, elektronik, akustik müzik tarzınız genel olarak şarkıları besteleyişiniz. Sözleriniz progresif şekilde bestelenebileceğini hiç düşündünüz mü? O kökene, anlayışa yatkın olabileceğini?
   
   F.D. : Değişkenlikler göstermekte müzik anlayışım. İlk albüm tamamen, bazı şarkılar dışında, progresif olabilecek bir yapıdaydı. Ben ikinci albümümü -ki dinleyicilerin en çok sevdiği albüm o- çok ışıklı, aydınlık buluyorum. Üçüncü albümde biraz sentetik, elektronik, akustik müzik... ve akustiğe karşı benim içimde değişen bir takım şeyler var. O dönem, benim durumumla alakalı bir şey. Ben, etnik müzikten çok hoşlandığım bir süreçte albüm yapıyorsam, bunu mutlaka yansıtıyorum. Sonuçta, bir kalıba girmemeli şarkı -ki o yüzden en zorlandığım soru: Tarzınız nedir? Bilmiyorum... gerçekten bilmiyorum tarzımın ne olduğu. Bir tarz olmamalı yani; bu şarkılar akustik gitarlarla çalınsa da bir şey anlatabilmeli, senfonik tınıların önünde klasik rock şeklinde çalındığında da bir şey anlatabilmeli.
   
   düşLE: Son albümünüz, daha doğrusu yeni hazırladığınız albüm o genel olarak hangi tarzda?
   
   F.D. : Üçüncüye, ‘Tüm Hakları Yalnızlığıma Aittir’e çok yakın. Yine güz kokulu bir albüm. Bu sefer şarkıların öznesiyim ben, bir çoğunda ben varım.
   
   düşLE: Sonbaharda mı çıkacak yeni albüm?
   
   F.D. : Mayıs sonunda çıkma ihtimali ile, dönemsel ve ticari olarak -sektörün kuralları gereği- kasıma kalma ihtimali eşit. Ben bir an önce çıkmasını istiyorum. Bende bayağıdır var o şarkılar, başkalarının da olsun istiyorum artık.
   
   düşLE: Sanatlar iç-içe girmeye başlıyor yavaş yavaş. Siz sinemaya da yatkın bir insansınız; senarist, müzisyen ve yönetmen olarak tasarılar düşünüyor musunuz?
   
   F.D. : Yok, hep ağır kabul ediyorum sinemaya yatkınlığı. Genelde hep sinema yüzü var diyorlar. Bu konuda Ömer Faruk beni çok beslemiştir. Öyle bir durum yok şu anda somut. Birkaç teklif aldım, gayrı-ciddi projelerden. Ben bunu biraz daha uzun soluklu düşünüyorum, uzun vadede düşünüyorum. Beş yıl sonra sinema filmi çekeceğim, on yıl sonra belgesel yapacağım gibi şeyler yok. Sinema tabii herkesin kendisini görmek istediği büyülü bir platform, bütün sanatlar şurada, sinema başka bir yerde yani...
   
   düşLE: Otuz beş yaşına geldiniz Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirindeki gibi bir buhran saracak mı etrafınızı?
   
   F.D. : Ben hep kendimi yaşlı hissettim. Çok coşkulu yaşadım içimde her şeyi...
   
   düşLE: Yorgunlukla yoğrulmak gibi bir durum sanırım...
   
   F.D. : Evet... Kendi yorgunluğumdan yorulmak benim için en tehlikelisi. Dönem dönem yaşıyorum, aslında şimdi de dönemsel olarak öyle bir yerdeyim. Zaten, Cahit Sıktı’yı anarak, kendi otuz beş yaşımı kutladım yeni albümdeki bir şarkıyla. Sanıyorum onun gibi düşünmediğim de ortaya çıkacak o şarkıda.
   
   düşLE: Ahmet Kaya, anısına çıkartılan albümde ‘Dinle Sevgili Ülkem’, Beni Vur’u söylediğiniz, neden o şarkıyı tercih ettiniz?
   
   F.D. : Ahmet Kaya, söylem ve tarz olarak benden çok uzakta duran; aynı kıyıda olsak bile aramızda müziğe bakış açısından mesafelerin olduğu biriydi. O proje bana önerildiğinde çok heyecanlandım. Dönemsel olarak, kendimi de şaşırtmak istediğim bir zamandı. Melodik yapısı en güzel şarkısı ‘Arka Mahalle’ ve ‘Beni Vur’, benim en sevdiğim Ahmet Kaya şarkıları daha doğrusu. Oryantal bir düzenleme olsun istedim, ama bu hâli oldu. Tamamen başka tarzlarda neler yapabileceğimi test ettim aslında, ben onu bir ödev gibi algıladım. Manevi olarak zaten önemli bir şeydi o albümde yer almak, çok yorucu bir süreç olduysa da. Müzikal olarak da, kendimi test etmek için seçmiştim o şarkıyı. Güzel oldu, insanlar önce yadırgadılar, sonra beğendiler. Rüzgâr artık çok güçlü, insanları çevirebiliyor yani...
   
   düşLE: Ahmet Kaya’nın müziğine, gerçekleştirdiği çalışmalara nasıl bakıyorsunuz?
   
   F.D. : Şunu gördüm o albümde yer aldıktan sonra, bu ülke halkının en sevdiği adamlardan biri Ahmet Kaya. Çok başka o, başka boyutta bir şey. Kişisel duyarlıkları baz alıyorum ben, o sosyal duyarlıklardan yola çıkıyor; çok iddialı bir tarz onunkisi, söylemi var, sloganları var. Benim çok farklı, başka, çok iddiasız...
   
   düşLE: ‘Kent Ozanı’ diye anılıyorsunuz...
   
   F.D. : Rahatsız ediyor bu beni, ama doğru bir tanımlama.
   
   düşLE: Aradaki en belirgin fark bu olsa gerek, o biraz daha halka yatkın bir insan olarak göze çarpıyor.
   
   F.D. : Evet evet... Benim hep takip ettiğim bir adamdı, çok ciddi bir dinleyicisi olduğumu söyleyemem ama hep takip ettiğim bir adamdı. Medyadaki arsızlığı, huysuzluğu çok severdi Ahmet Kaya; yaramazlıklar yapardı. Lafını sakınmayan bir adamdı, o yönleriyle yakın bulurdum kendime. Tabii kariyerim için de -yıllar sonra dönüp baktığımda- önemli bir şeydi o albümde yer almak.
   
   düşLE: Ahmet Kaya’da bir başkaldırı ruhu vardı, sizde de var mı?
   
   F.D. : Kimse âşık olmuyor, lanet olsuna başkaldırılmaz ki. Yani başka bir şey bu... Sadece küser ve kabuğuna çekilirsin, beni isyanlandıracak şeyler başka, benim temalarım farklı. Gün gelir, onun ve onun gibi birçok halk ozanının yaptığı gibi ben de bu ülkedeki trajedilerden beslenebilirim, bu ülkede trajedi üstüne trajedi var. (?) Yine de hep çağrılırım... çok sosyal tabanı olmayan bir müzik yaptığım hâlde, kişisel ve ruha dönük “asortik” şeyler yaptığım hâlde. Farklı platformlar bana her zaman bir şey yapıyoruz, sizin de katkınız olabilir. Göz ardı edilmiyorum, ama çok farklı durumum. Şu anda ben, yaptıklarımla, kendi oyunlarımla mutluyum, tamamen halkın acılarından ve hezeyanlarından kendime bir misyon çıkarmak bana çok uzak geliyor şimdilik.
   
   düşLE: Peki edebiyata ne zaman eğilim göstermeye başladınız? Edebiyata eğiliminiz var mıydı gençlik yıllarınızda?..
   
   F.D. : Bizim üniversite yıllarında yayınladığımız bir şiir kitabı var: ‘Öğrenci Şâirler’. O formatta yapılan ilk iş olduğunu söylediler o zamanlar. Çukurova Üniversitesi’nde şiir yazan amatör on üç şâir, eserleri güzel kitapta toplayıp çıkarttık, bir dergi çıkarttık o dönemlerde. Ama ben o dönemlerdeki heyecanlarımdan uzak buluyorum kendimi. İnanmak biraz... inancın örselenmesiyle alakalı. Mesela sizin yaptığınızı, periyodik bir edebiyat dergisi çıkarmanızı -interaktif de olsa- çok önemsiyorum. Biraz sanki ütopyanın peşinden gidiyor gibi geliyorsunuz. Ben çünkü tabanda öyle bir şey bulmuyorum, öyle bir ihtiyaç, noksanlık hissedilmiyor. O yüzden birçok şey artık bizi şaşırtmıyor; naklen maç izler gibi savaş izleyebiliyoruz, başkalarının hayatlarını seyredebiliyoruz televizyondan -çok merak ediyoruz! Bunlar olmadığı için, bu sapkınlıklar oluyor toplumda.
   
   düşLE: Temel bir sebep yok gibi görünse de, bu sapkınlıkların odağı nedir sizce?
   
   F.D. : Herkes çok kendine döndü. Jenerasyonlarla ilgili bir şey bu, başka değerlerle büyütülüyor artık çocuklar, başka şeyleri önemsiyorlar. Geçiş kuşakları oluştu. Mesela, “kendi başının çâresine bak” çocukları bunlar. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyenler... Herkes çok tedirgin, kendi içinde yaşıyor, duyarsız.
   
   düşLE: Yalnız bırakılmışlar biraz da...
   
   F.D. : Evet, tabii ki arkalarından onlar adına üzülerek konuşuyorum. Ben görebiliyorum, ben o fotoğrafları çekebiliyorum; bilmeden seviyorlar ne olduğunu, bilmeden peşinden gidiyorlar gibi. Politikacılardan kaynaklı bir şey bu, baştan... ve de dönemsel bir şey bu.
   
   düşLE: Yani geçebilir de, geçmeyebilir de...
   
   F.D. : Tabii ki geçebilir, çok büyük bir devrim olur. Yani bir devrimle geçebilir ancak.
   
   düşLE: Sizi konser öncesi daha fazla yormayalım, röportaj için Düşle Edebiyat Dergisi adına teşekkürler Feridun Düzağaç...
   
   F.D. : Ben teşekkür ederim.

Söyleşi: Ataol Behramoğlu . Emine Gürbüz & Alper İlhan

Söyleşi: Zeynep Aliye . Emine Gürbüz

Emine Gürbüz: Sorulardan mı başlayalım?    
   Zeynep Aliye: Biraz önce kendini benim yanımda çok rahat hissettiğini, bu doğallığımın, seni rahatlattığını, bu söyleşiyi kolaylaştırdığını, onun dışında bu sayede dostça yaklaştığını söylerken şunu düşündüm. Bu zorlama ya da böyle olmam gerek biçiminde değil, elbette doğallık. Ama bu doğallık, zannediyorum... hani insan bazen bir şey yakalar, o âna kadar kendinde keşfedemediği veya bir şeyin çözemediği nedenidir yakaladığı. Şimdi düşündüğüm şey, herhâlde acıların insanı olgunlaştırdığı. Çok emeğin, kendi adıma söylüyorum, çok emeğin, çok çalışmanın insanı daha bir doğallaştırdığı.
   
   
   Emine Gürbüz: Ne kadar çok emek verirseniz, o kadar çok büyüyorsunuz, ne kadar çok acı çekerseniz o kadar büyüyorsunuz. Böyle de değerlendirebilir miyiz?
   
   Zeynep Aliye: Gelişmek için evet. Değişim ve gelişimin, olgunlaşmanın yasası çok çalışmak acı çekmek, koşul bu. Ama büyümek olarak bakmamak gerekiyor. Büyümek, küçülmek çok izafi. Ayrıca çok genelleştirilemeyecek kavramlar. Büyümek değil, belki daha insan olmaya gitmek diyelim biz. İnsanın insanlaşma süreci asla tamamlanabilecek bir süreç değil. Beyninizin eğer dörtte üçünü, belki daha fazlasını hâlâ kullanamıyorsa insan; insan olma sürecinin çok daha başında demektir. Uygarlık nedir? 2000'lik yıllık, 3000'lik bir süreç insanın uygarlaşma süresi. Oysa ki dünyanın var olma süreci, milyarlarca yılı kapsayan bir süre. Öyle bakıldığında milyarlarca yıllık birikimin sonucudur insan ve o 2000-3000 yıllık uygarlaşma ancak bir ciladır, bütün vahşileşmenin değişmesi üzerine. Her an geri gidişler bundan... Bir bakıyorsunuz 1945'lerde 25 milyon insan öldürülüyor, on binlerce insan toplama kamplarında yakılıyor. Bunu insanın aklı almıyor. İnsanlık bunu nasıl gerçekleştirebilir, buna milyonlarca insan nasıl göz yumabilir? Üstelik de hümanizmanın koynunda, o beşikte sallanmış uygar uluslara bakıldığında anlaşılmaz değil, çünkü insanın uygarlaşması daha çok uzun bin yıllar sonra gerçekleşebilir. Artık o bir cila olmaktan çıkıp içselleştirilmiş bir süreç olacak. Bugün ülkemizde yaşanan sürece bakıyorsunuz; insanlar hâlâ taşla adam öldürmeye, töre yasaları, töre cinayetleri... Niye? Niyenin anlamı açık. Hâlâ genlerimizde vahşi ilkel kanı taşıyoruz.
   
   
   Emine Gürbüz: Bunu bireye indirgediğimizde de doğallık çıkıyor ortaya, sizin davranış şekilleriniz çıkıyor ortaya.
   
   Zeynep Aliye: Evet doğallık çıkıyor. Aslında tüm insanlarda var, ancak savunma mekanizması olarak bir kabuk oluşturuyorlar çevrelerinde; kendilerine fazla yaklaşılmasını istemedikleri için. O acılar belki biraz daha beni kabuksuz yapmış. Ayrıca verilen çok emek, çok çaba benim kendimi savunmama gerek olmadığı duygusuna getirmiş. Çünkü savunmaya çekilen insanın gelişmesi durur.
   
   
   Emine Gürbüz: "Yazdıklarım sadece bana ait, bu benim başarım" diyebiliyorsunuz şu anda değil mi?
   
   Zeynep Aliye: Kesinlikle... benim başarımda hiç kimsenin, hiçbir payı yoktur. Bu salt benim başarımdır. Ama başarı derken ne? Bu başarı değil, geldiğim noktada kimsenin katkısı olmadan geldim. Ama bu başarı mı? Yani ben başarı olarak görecek olsam bunu, kışın havada dikleşmiş biri gibi dururum. Çünkü yaşamın sonsuzluğu içinde, insanlığın o on binlerce yıllık var oluşu, gelişmişliği içinde benim yaptığım ne? Bir hiç... Gerçekten çok büyük dehalar var dünyada. Onların karşısında kendimi çok küçük görüyorum, çok zayıf, çok güçsüz görüyorum zaman zaman. Bunu görmem daha çok çalışmamı, olaya daha çok bağlanmamı, olayı daha çok sevmemi, konuya ya da alana daha çok saygı duymamı getiriyor. Ben öyküyü çok seviyorum. O kadar güzel şeyler yazılmış ki bugüne kadar, o kadar güzel şeyler yaratılmış ki. Ben bir defasında öyküyle bağımı kestim. Dedim ki bitti, artık bitti. Ne zaman biliyor musun? Folkner'i okuduğumda, William Faulkner'i. "Döşeğimde Ölürken" ilk kez o kitapla karşılaştım Folkner'le. Okumaya başladım; başka bir dünya, başka bir dil, anlatım. Bence anlatım çok esastır, çok önemlidir. Dostoyevski'yi de onun için severim, Tolstoy'u da onun için severim. Virginia Woolf'a bayılırım bunun için. Anlatım esastır. Baktım, adam başka bir türlü anlatıyor. Yani kendini anlatırken, ötekini anlatıyor aslında, ötekini anlatırken bir başka üçüncü kişiyi anlatıyor. Öyle bir dil, altın biçimli söylem kurmuş ki... pes dedim. Nasıl öfkelendim, nasıl kızdım, nasıl sinirlendim. Çünkü birden aslında senin hiçbir şey olmadığını göstermiş oluyor. Aynaya bakıyorsun, ben yokum aynada. Orada Folkner var aynada. Tamam dedim, benim yazma olayım bitti bundan sonra. Bitti, ben ne yazayım ki? O yazmış, öteki yazmış, öteki yazmış... Bu kadar dehadan sonra ben ne yazabilirim? Ayıp, utanmazca bir şey. Gerçekten bunu söyledim. Biliyorum sözümü tutamam, sinirlendim oturdum bir kâğıda yazdım. Bundan sonra sen bir yazar değil okur olmaya soyun, çünkü bundan daha fazlasını zaten beceremezsin. Yeteneğin belirli, bu kadar adam yazdıktan sonra nasıl utanmazca... Buna benzer bir şey yazdım, kendi kendime bir buyruk verip astım duvarıma raptiyeledim. Yazmam ben bitti! Ama bir süre sonra, o savunma mekanizması çok önemli bir şey. Gerekçelendirmeye çalışıyorum; ya diyorum iyi tamam onlar yazmış, onlar zaten büyük, dev... ama sen de başka bir şey yazarsın. Onlar senin mesela yaşadıklarını yaşamamıştır, senin duyduklarını duymamıştır. Yani Dostoyevski bambaşka bir hayat, kendi hayatı; otobiyografiktir Dostoyevski. Sen başka bir şey anlatacaksın...
   
   
   Emine Gürbüz: Sen teksin...
   
   Zeynep Aliye: Ben tekim ve Türkiye içinde gerçekten de tekim. Benim bu yaşadıklarımı yaşayan başka bir yazar yok, olamaz da zaten. Her hayat tektir, biriciktir. Ondan sonra oturup oh be dünya varmış diyip dayanamadım yazmaya başladım.
   
   
   Emine Gürbüz: Sorulara geçelim...
   
   Zeynep Aliye: Geçelim...
   
   

   
   

   
   Emine Gürbüz: Zeynep Aliye, bu isim size ne anlatıyor?
   
   Zeynep Aliye: Zeynep Aliye... bazen çok yabancılaşıyor. Yabancı gibi görüyorum. Çünkü Zeynep Aliye'nin konulduğu, getirildiği bir çizgi var ya da yerleştirildiği bir tepe var diyelim. Oradan bana bakıyor bazen, ben o değilim, ben o değilim çünkü o araştırması, kendi iç tartışmaları devam eden, bir şeyi asla sonlandırmayı düşünmeyen, mücadeleci ama içi çok acıyan, hâlâ çok acı çeken, o çatışmaları, çelişkileri durmaksızın artarak süren bir kimlik. Öykü yazmaya çalışan, öykü yazan, yazdığı her öyküyü önce çok beğenen, ondan sonra yok ya diyen, yani bütün yazdıkları içerisinde iki tane üç tane öyküye anca iyi diyen. Onun dışında yaşadığımız çağ içerisinde öteki öykücüleri de beğenmeyen, hiç beğenmeyen... anti-parantez bunu da koymak zorundayım. Beğenmiyorum, evet.
   
   
   Emine Gürbüz: Geçen yıl Eskişehir Sanat Derneği'nin düzenlediği etkinlikte dün yazdığıma bile bugün iyi gözle bakmıyorum demiştiniz. En iyisi bu oldu diyemeyecek mi hiçbir yazar ya da siz? Hep daha iyisi olabilecek mi? Bu bağlamda daha önce yayınlanmış eserleriniz hakkındaki düşünceleriniz neler, nasıl bakıyorsunuz onlara?
   
   Zeynep Aliye: Yazarken ben gerçekten çok emek veriyorum, bütün varlığımla onun içinde yaşıyorum. Yazarken değil, yaşamım öyle geçiyor. Bir an bile kaytaracak olsam, kendimi cimdikliyorum. Diyorum ki unutma sen yazarsın, bak unutma böyle bir şey var. Hayatın arka sokaklarını, sapa yollarını ihmal etmeyeceğiz. Caddelerde bulvarlarda elini kolunu sallaya sallaya gezme senin işin değil. Senin misyonun var, edebiyat. Sonuçta ait olmayı istiyorum. Eğer ait olmasam bırakıp giderdi esin denilen şey. İnsan sürekli değişen ve gelişen bir canlı. Hep daha iyiye doğru, daha mükemmele doğru gidiyor. Daha fazlasını görüyorsunuz hayattan. O güne kadar her yaşadığınız gün yeni bir deneyimdir ve o güne kadar fark etmediğiniz bir deneyimdir. İlkokul çağındaki bir çocuk, lise çağındaki bir gencin duygularını anlayabilir mi? Ergenlikteki bir insan, yetişkin, yaşlanmaya yüz tutan bir insanın deneyimlerini, yaşadıklarını, iç bunalımlarını, farklılaşmasını, katılaşmasını, sertleşmesini çözebilir mi? Ben çocukluğu biliyorum, gençliği biliyorum, aşkı biliyorum, yetişkinliği biliyorum. Geçmişi çok iyi bilerek gidiyorum, bu benim daha mükemmel şeyler yazmamı getiriyor. Bu sadece deneyim değil, deneyim aynı zamanda metafor demek, yoğunlaşma demek, deneyim başka anlatım biçimleri bulmak demek, daha yeni kurgular yakalamak demek. Çünkü sürekli düşünüyorsunuz üzerine, sürekli düşününce farklı olanı bulmak, farklı kurguyu yakalamak, farklı yüzünü görmek olayın, kimsenin görmediği yanını irdelemek... bu ancak deneyimlerle, yaşanmışlıklarla sağlanan bir şey. O zaman ben nasıl dün yazdığım bugün yazdığımdan daha iyi diyebilirim? Eğer diyorsam ben orada kalmışımdır zaten, o duraklama korkunç bir şey bir yazar için. Yaratma sürecinin mükemmelliği yoktur. Bir yazarın -eski anlayıştır, eleştiririm gerçi ama eleştirmenlere kimi zaman hak vermiyor da değilim- ölmesini beklerler, yazar ölsün ki edebi kimliğinin son erme noktasından itibaren gerçek olarak onu bir raya, yere oturtabiliriz derler. Bu tabii eksik olan bir şey, çağdaşın göz önünden, gözden uzak tutulmasını getiriyor. Bir bakıma haklıdır, yaşadığım sürece daha iyiye gidiyorumdur. Yarattığım sürece, yaşadığım değil. O yüzden dünkü öykümü bugün beğeniyorumdur ama, mükemmeli o değildir. Bugün daha iyisini yazıyorum, yazmalıyım. Yazamıyorsam hatalı durumdayım.
   
   
   Emine Gürbüz: Eserlerinizde dikkat çeken en önemli özelliklerden biri de imgeler. Birçok tanımı olan bu kavram sizin için ne ifade ediyor?
   
   Zeynep Aliye: Şimdi kavramsal, terimsel, kuramsal bağlamında yaklaşmak istemiyorum. Sonuçta ben yaratıcıyım. Ben hep görülenin arkasındakini işaret etmek istiyorum ve biliyorum ki asıl anlatılması gerekenler, asıl heyecan yaratıcı olanlar, hemen görülenin arkasında gölgede olandır. Arka plânda kalandır, elimizi uzattığımızda ancak görebileceğimiz olandır. İmgeye, o yoğunluğa böyle bir şey yüklüyorum ben. İlk bakışta okurun yakaladığı değildir. Taşın en sert yeri, en fazla acı çekmiş olan, en taş olan yanıdır. Üzerinde toz tabakaları vardır, kireçleşmeler vardır, kalker falan... rüzgârın toprağın oluşturduğu geçici bölümler vardır. Katmanları sıyırırsınız, zımparalarsınız, kazırsınız gerçek taş ortaya çıkar. Yazdığımız metinlerde de öyle, o imge aslında gerçek olanı saklayandır, bir başka boyuttur. Gerçek olanı, o imgeyi çözerek bulabiliriz. Bir çırpıda, ilk görülenin, göründüğü gibi anlatımın en azından öykü için iyi bir anlatım olmadığını -bir gazete haberinden, bir mahkeme ilamından çok da farklı olmadığını düşünüyorum.
   
   
   Emine Gürbüz: Bir başka kavramdan devam edelim. Ödül ya da edebiyat ödülü... Yazılmış olanın değerlendirilmesinden öte ödüllendirilmesi ve derecelendirilmesi nereye kadar mümkün?
   
   Zeynep Aliye: Bunu kimse değerlendiremez tabii. Sizin nerede olduğunuzu, ne yaptığınızı. Çok sağlıklı da işlemediğinin de farkındayım sistemin. Ödül; yazar açısından bir bakış, okur açısından bir bakış ve edebiyat dünyası açısından bakış olarak görülmeli. Edebiyat dünyası sizi nasıl fark ediyor? Ancak sizden söz edilmeye başlandığında. Çünkü o kadar çok kitap yayınlanıyor, o kadar çok yazı ortaya çıkıyor, o kadar çok ahbap-çavuş ilişkisi ortaya getiriliyor ki sizin görülmeniz -eğer bir başınızaysanız, bir başınıza veriyorsanız savaşı-, fark edilmeniz, edebiyat dünyası açısından hiç kolay değil. Bütün bunlar arasından seçebilmesi, ayıklayabilmesi sizi mümkün değil. Bir ödülle dikkatler üzerinize çekiliyor. Aynı biçimde o okurun da ilgisi çekilmiş oluyor, burada bütün reklamların falan dışında olarak sizi görmesini sağlıyor. Ama siz aynı zamanda görülmenin dışında bir şeyi fark ediyorsunuz. Eğer bunu hak ederek aldıysanız, hak ederek aldıysanız derken hiçbir aracı kurum ya da kişi araya girmeden diyorum tabii ki, o zaman diyorsunuz ki yazdığımı anlatılar ve beğendiler. Çünkü insanın manifestosudur, benim manifestomdur öykülerim. Öykülerimin nasıl olduğu üzerine ben yazı yazmanın çok doğru veya gerekli olduğunu düşünmüyorum -doğru olabilir ama çok gerekli olduğunu düşünmüyorum, olmamalı. Benim öykümün ne olduğu, öykümle ortaya çıkar. Farklı bir öykü tutturmaya, yazmaya, bana özgü bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bu öykü ödüllendirildiğinde diyorsun ki, bak kabul ettiler seni kabul ettiler. Burada ben hiç kimsenin izini sürmek istemiyorum. Tamam, Türk Edebiyatı'nda çok önemli isimler var; Sait Faik'tir, Şevket'tir... Bugün kulvarlar çizilmiş ya. Bunlardan hiçbirine dahil olmak istemiyorum, dahil değilim de ayrıca, değilim. Ben kendi yolumu, bağımsız olarak Zeynep Aliye çizgisini oluşturmak istiyorum. Bunu yapmak isteyen birisi için ödül almak çok değerli. Çünkü yapılan seçimler genellikle bu iki çizgiden birine ait olup olmadığınıza bakılarak yapılıyor. Herkes kendini bu anlamda bir yere ait olarak hissediyor. O yüzden mutluluk ve başarı gibi geliyor bana. Ödül almam benim için başarı...
   
   
   Emine Gürbüz: Ödül kavramına bağlı olarak Varlık'ta yapmış olduğunuz öykü seçimine gelelim. Kıstasınız neydi öykü seçerken?
   
   Zeynep Aliye: Kıstaslar nedir? Bakın ben geçenlerde bir seçici kurulu üyesi oldum. 356 şiir göndermişler seçici kurula. 356 şiir okunmaz kardeşim, ama ben okudum günlerce... Varlık'taki öykülerde, çok öykü geldi, bir öyküyü ötekiyle bulaştırmamak buluşturmamak için, onu sağlıklı biçimde değerlendirmek için her birine ayrı ayrı zaman ayırarak ve kendimi vererek okudum. Bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum çünkü. Güvenmiş ve göndermişler bana. Her yazar kendine özgü kriterler bulur. Bu öykülerde benim kriterim ne olabilirdi? Bir kere özgün olmasını, iki atmosfer yaratmasını istedim. Bana gönderilen öykülerin %75'i atmosfer oluşturmadan uzak; iç döküş, mektup biçiminde, öykü olmayan, deneme biçimindeydi. Bakıyorsunuz on sayfalık bir şey gelmiş, ama ben onu on tane roman yaparım. On roman olacak bir şeyi bana öykü olarak göndermiş. Böyle bir şey olmaz... Öyküyü tanımayan insanlar o kadar çok ki, öyküyü tanıyan çok az insan vardı, belki de hiç yoktu bilemiyorum bana gelenlerde. Türk Öyküsü'nü bilmiyor, bugünkü öyküyü bilmiyor, geçmişteki öyküyü bilmiyor, Dünya Öyküsü'nden bihaber, Dünya Edebiyatı'ndan bihaber insanlar. Hele bazıları vardı, acı çektim. O zaman diyorum, çok yazık, benim öykü kitabım niye bu kadar satıyor ortada. Ama ben dergilere büyük suçlama götürüyorum bu anlamda. Kötü ürünler, kötü şiirler, kötü öyküler yayınlanıyor. Onları örnek alan insanlar da çok kötü ürünleri nasıl olsa yayınlanacak diye gönderiyor. Ben onları kendi dergim olsa asla yayımlamam. Benim yayımlamayacağım bir öykü de seçmem. Bunların arasından seçtim. Hele birinci aşamada diyebilirim ki mecbur olduğum için seçtim, hiç seçmemek de kötü olacaktı -yani hiç seçmemek de kötü olacaktı. Seçmeye değer öykü bulunmadı diyebilirdim ben. Çünkü bana göre seçmeye değer öykü yoktu. Ama bakıyorsun, göndermiş bu kadar insan. Tekrar tekrar üç kez okumuşumdur, eliyorum, tekrar, eliyorum, tekrar. Bunların sonucunda seçtiğim öykülerdir.
   
   
   Emine Gürbüz: Yeni nesil edebiyatçıları takip ediyor musunuz, dikkatinizi özellikle çekenler var mı?
   
   Zeynep Aliye: Olumlu anlamda dikkatimi çeken bir-iki kişi var. İsim vermek istemiyorum şu aşamada. İki isim var kafamda, onların neler yapacaklarını bekliyorum, bundan sonra ne yapacaklar... Çünkü umut veren bir arkadaşın ikinci kitaba geldiğinde nasıl savrulduğunu, nasıl bambaşka yerlere gittiğini, kendisini nasıl popülizme kaptırdığını gördükten sonra büyük bir düş kırıklığı ve umutsuzluk yaşadım. Şimdi o iki isim var, hiç ses etmeden bekliyorum. Onlara şöyle yapın böyle yapın demek bana da düşmüyor ayrıca. Bu anlamda destek vermek de istiyorum, ayrıca samimi olduklarına inandığımdan, bu çizgiyi de sürdürüyorlarsa, onlarla konuşmak isterim.
   
   

   
   

   
   Emine Gürbüz: Biraz olsun tanınmaya başlamış ya da hiç tanınmayan yazarların popüler kültüre akan kanı hakkındaki düşünceleriniz neler?
   
   Zeynep Aliye: Biraz önceki soru, denk düşürdün. Birazcık tanınmış ya da tanınmamışları bırakın, bugün Türk Edebiyatı'nda isim olmuş yazarların. O seçkilere girmiş, antolojilerde yer almış, edebiyat tarihine geçmiş bir yığın yazarın popüler anlayışa nasıl teslim olduğunu görmenin sanıcısını yaşıyorum ben. Yani onlar teslim oluyorsa, diğerleri hayli hayli teslim oluyor. Bu, Türk Edebiyatı'nın geleceğinin ne kadar karanlık olduğunu göstermesi bakımından çok önemli bir ipucu ve çok doğru bir soru.
   
   
   Emine Gürbüz: Sürekli hareket hâlindesiniz, özellikle Eskişehir'de kendimi bu kadar sıcak ve güvende hissediyorum kendimi diyorsunuz. Peki ya İstanbul, nedir bu koca kentin sizde bıraktığı izlenimler çağrışımlar?
   
   Zeynep Aliye: Hiç de kaçırmıyorsunuz söylediklerimi... İstanbul bir kurtkapanı, bana heyecan veriyor ve beni inanılmaz ölçüde besliyor. Hem böyle bir tarafa çekilip sakınarak, ama insanları sürekli olarak izleyerek, onların gelişimlerini, dönüşümlerini, entrikalarını, değişimlerini... insanın macerasını izleyerek heyecan alıyorum. Yani bundan, olumlu ya da mutluluğa dayanan sevinçli bir heyecan olduğu anlaşılmasın. Ama yazarlığım açısından çok değerli bir mekân, zemin oluşturuyor İstanbul. Eskişehir'de güven duygusu, o sıcaklık, içtenlik, insanların birbirine ark niyetsiz çok dostça yaklaştığını düşünüyorum ya da ben öyle görüyorum, o enerjiyi alıyorum. Örneğin bu gelişimde, daha önceden buraya geleceğimden haberi olan bir arkadaşım. Gece saat bilmem kaçta bana telefon açtı, ben de trene binmek üzereydim, ne zaman geliyorsun dedi. Gece 2'de ineceğim dedim, aa dedi gece 2 çok geç. Taksiye bineceğim gideceğim. Hayır dedi, bir arkadaş "Zeynep Hanım kaçta gelecekmiş alalım onu" dedi. Hiç gerek yok, ne münasebet, gece 2'de yatağından kalkıp gelmeyecek? Hani erken bir saatte gelsen belki gerekmeyebilir ama dedi farz oldu seni oradan almak... 10 dakika içinde arkadaş aradı, Zeynep Hanım kaçta geliyorsunuz. 2'de orada olacağım, ama önemli değil dedim. Tren 3.30'da Eskişehir'de oldu. İstanbul'daki görevli beni yanlış bilgilendirdi. İstanbul'da çok rastlanır bir şeydir, gece 3.30'da ineceğinizi bilir ama 2 diyebilir çok rahat. 3.30'da indiğimde adamcağız böyle perişan olmuş, donmuş bir vaziyette. 1,5 saat boyunca garda beni beklemiş. Beni aldı götürdü, Öğretmen Evi'ne kadar bıraktı, üst kata kadar çıktı hattâ. Bu nerede rastlanabilir bir şey? O zaman bu benim üzerimde inanılmaz ölçüde hoş izler bırakıyor, keyif verici izler bırakıyor.
   
   
   Emine Gürbüz: Yeni kuşağın geleceğinden umutlu musunuz, biz olaylara belki de hep kötücül yanıyla bakıyoruz. Siz ne görüyorsunuz dışarıdan?
   
   Zeynep Aliye: Ben dışarıda değilim, ben de içerideyim bir kere; üstelik de tam göbeğindeyim işin. Ama umutlu olmak ya da olmamak değil sorun, asıl sorunun ben ilk önce çaba harcamak olduğuna inanıyorum. İnsanlar emek vermiyorlar, emeğe saygıları yok, emeği sevmiyorlar daha doğrusu. Emek, sevilmesi gereken bir şey. Ben bir şeye çok emek verip elde ettiğimde mutlu olabilirim. Birisine çok emek verirsin, seversin, tutkuyla yaşarsın. Sonra büyük düş kırıklıkları yaşatabilir sana, ama sonuçta verdiğin emeği seviyorsundur sen. Bu yaşanan düş kırıklığı onunla, yani verdiğin emekle bir parça azalmış olur. Çünkü ortaya güzel bir şeyler çıkmıştır. Gelecekten umutlu olmak, Türkiye dünyanın dışında bir yerde değil; Türkiye'nin geleceğini, dünyanın geleceği, Ortadoğu'nun geleceğine bağlı olarak değerlendirebiliriz... İnsanlığın geleceğinden yakın bir vadede çok umut değilim ben. Bir dünya savaşını geride bırakalı 55-60 yıl oluyor. Yeni bir dünya savaşı olmayabilir ama, mevzii olarak geniş bölgesel savaşlar söz konusu. Adamlar suyu diyorlar şöyle kullanacaksın artık. Amerika, benim suyumu nasıl kullanacağıma müdahale ediyor, suya varıncaya kadar yani! Din savaşları, ırk savaşlar, mezhep savaşları, su savaşları, futbol savaşları... İnsanları savaştırmak için her şey çok plânlı, programlı biçimde hazırlanıyor. Bu durumda öykünün geleceğini düşünmek biraz lüks bir şey. O, ikinci, üçüncü, beşinci plânda düşünülmesi gereken. Ama öte yandan hayata dahil olan ve her şeyin birbirini etkilediği dünyada birbirini etkileyen öğelerden birisidir edebiyat da, öykü de. Her şey kötüye giderken öykünün iyiye gitmesi mümkün değil. Bir kere savaş dediğinizde kitap yoktur orada. Yıkım vardır, kan vardır, yoksulluk vardır, sefalet vardır, umutsuzluk vardır. Kitap bunların tam tersinin olduğu yerde çok daha şekillenir. Gerçi yoksulluk, geri kalmışlık, insanları edebiyata ve sanata yönlendirir. İleri giden, teknolojik bakımından çok gelmiş ülkelerde sanat yapıtları ve sanatçıların çok fazla olmadığını, üretimin gerçekleşmediğini, çok özgün yapıtların oluşmadığını biliyoruz. Yoksulluk aynı zamanda çatışmalar, çelişkiler demektir. Çatışmalar ve çelişkiler bir biçimde ifade olanağı arar kendisine, bu kanallardan biri de sanat alanlarıdır değil mi? O zaman elbette sanatçı, sanat üretimini olumlu etkiliyor belirli bir düzeyde sürdürüldüğü sürece yoksulluk. Ama savaşa, kana, kıyıma döküldüğü anda artık edebiyatın rölantiye alındığı veya bir tarafa itildiği noktaya geliyoruz. Türkiye'nin gidişi bu yoksullukla, bu cehalet, insanların geleceklerine sahip çıkmayışları, her türlü provokasyona, manüpülasyona gelmeye hazır olmaları; en yetişkin, en eğitilmiş insanlarda dahi bunun böyle olması, benim gelecekle ilgili umutlarımı örseliyor.
   
   
   Emine Gürbüz: Edebiyat silah olarak kullanılabilir mi?
   
   Zeynep Aliye: Edebiyat zaman zaman silah olarak kullanılmıştır. Çok toplumsal, toplumcu çizgi vardı bir dönemde. Bir bilinç taşımak, bir bilinç aşılamak işçi sınıfına... Fakat bu ne işe yaramıştır? Silah olarak kullandın, ne işe yaradı? Diyelim ki faşist döneminde sanatı silah olarak kullanmaya çalışmıştır Almanlar, bir faşist sanat anlayışı, üslubu oluşturmaya çalışmışlar; ona bağlı fütürist heykeller, kitaplar. Sovyetler Birliği'nde öylesine müthiş bir Rus Edebiyatı'nın üzerine bence abuk-sabuk bir yığın yapıt yazılmıştır. Olmayacak bir şey, yani öyle bir uçurum ki hiçbir güç Sovyet Edebiyatı ve Rus Edebiyatı arasında bir köprü oluşturamaz, çok yazık etmişler. Peki ne oldu? Orada, Rus Edebiyatı rölantiye alınmıştır. On yıllarca, çok yazık edilmiştir. Peki sanatın silah olarak kullanılması yeni insanı üretebilmiştir? Yeni insanı bilinçli ve geleceğe sahip çıkan kuşaklar olarak sürükleyebilmiş midir peşi-sıra? Hayır, onu da yapamamıştır. Ama bir de şu açıdan bakıyoruz... Dini inançları bir yerlere sürüklemek, güçlendirmek, alt-yapı oluşturmak için silah olarak kullanılıyor yapıtlar. Romanlara, öykülere vs. bakın tek hedef vardır. Bir kız, bir oğlana veya bir oğlan bir kıza âşık olur. Biri inançlıdır biri inançsızdır, sonuçta inançsız mutlaka ahlaya vahlaya inançlı olur. Genellikle de buluşamazlar, o tek başına hayatın dikenli yollarında mücadelesini sürdüren bir militan hâline gelir. Şimdi bu hayatın gerçekliğini karşılamıyor, yani onu hayata geleceğe hazırlamıyor ve bu çok uzun zamanlar geçirtiyor. Ezberin kırılması gerek, fakat o süre içerisinde olumsuz olarak kullanılıyor edebiyat. Edebiyat silah olarak kullanılmalı mı yoksa kullanılmamalı sorusu sorulduğunda yanıt: Kullanılmamalı, ama kullanılıyor.
   
   
   Emine Gürbüz: Korkuyor muyuz, korkmamız mı gerekiyor? Yalnız mı bırakılıyoruz? Saldırganlıklarımız da var, boş vermişliklerimiz de, çekingenliklerimiz de, emeklerimiz de...
   
   Zeynep Aliye: Korku insanın içinde. Ama insan karanlıktan korkuyor. Güneşi görmüyor orada. Kendisini, çevresini, o gülümsemeyi görmüyor. Ateşten korkuyor, bir deneyim yaşadığı için korkuyor; ancak eli yandıktan sonra ateşten korkuyor insan değil mi? Korkularımızla yaşıyor, ama o korkuları yene yene gitmek gerekiyor. Belki korkular insanın daha plânlı, daha akılcı davranmasını sağlıyor. Bu komik bir duruma yola açmadığı sürece, çekincelerimiz, korkularımız temkinli davranmayı getiriyor bize.Diyorsun ki şundan şu olabilir... Bir saplantı hâlini almadan korku. Cesaretin onda dokuzu kaçmaktır, bir anlamda öyle bir şeyler. Korkular insanı geleceği hazırlamada, ayağını yere sağlam basmada, temkinli olmada katkı sağlayıcı işlev taşıyor. İnsanız... İnsanın bir ânı öbür ânını tutuyor mu? İnsan kendisiyle sürekli barış içinde olabiliyor mu? Hiç kimse olmasa kendisiyle kavga ediyor, kendisiyle çatışmaya giriyor insan. Ben bunu niye yaptım, ben bunu nasıl yaptım, ben bunu nasıl yapmalıyım... İnsan rafine bir şey değil veya nasıl söylemeli, böyle matematiksel olarak açıklayabileceğimiz belirli standartları olan bir şey değil. Her an değişken, her an yeni bir şey yaratabilen inanılmaz bir zenginlik. Zaten bu kadar şeyi yaratmasının başka bir açıklaması var mı? Bir bakıyorsun, bir an geliyor cinnet geçirdi deniyor, birisi birisini öldürebiliyor rahatlıkla. Ummadığınız bir kadın kocasını doğrayabiliyor mesela.
   
   
   Emine Gürbüz: Peki yeni çalışmalarınız... öykü ya da roman. Ne zaman elimize alıp üslubunuzda ve konularınızda kaybolacağız?
   
   Zeynep Aliye: Bir öykü dosyam hazır, "Çıplak Güvercinler" diye. Çok emek verdiğim, çok severek çalıştığım bir dosya. 2004 içinde düşünüyorum onu, 2004 içinde ya o, ya da bir de roman çalışmam var, benim için ilk roman bu, onu da yayınlamayı düşünebilirim. Çok ilginç, hoş bir konusu var, çok sağlam kahramanlarım var. İnsanı tutkularıyla, öfkeleriyle, nefretiyle, geçmişiyle, hesaplaşmasıyla ortaya koyan iyi bir çalışma. Bir de "Edebi Hayatın Sırları" diye başka bir dosyam var, o da bitmiş durumda ama şimdi biraz yeni eklemelerle geliştirmeyi düşünüyorum; o da 2004 içinde yayımlanır umudu taşıyorum. Önümüzdeki üç yıl içinde bunlar peş peşe yayınlanabilir, belki de öyle olacak.
   
   
   Emine Gürbüz: 'Düşle Sanat Dergisi' olma yolunda ilerlerken, sizin özellikle edebiyatın diğer sanatlarla olan ilişkisi hakkındaki yorumlarınızı alabilir miyiz?
   
   Zeynep Aliye: Artık günümüzde kimse kapılarını kapayıp dünyaya sırtını çeviremiyor. Bu sanat alanları, bilim alanları için de geçerli. Bakıyorsunuz işte, tıp bilim alanı olmaktan çıkartılıyor. Neymiş? Çünkü içinde bir yığın farklı alan var. Oradan anatomiyi bilim alanı olarak seçiyorlar. Sürekli kaygan bir zemindeyiz. Bilim alanları birbirini etkilerken, iç içe geçerken ve yeni başlıklarda buluşurken sanat için de hem bilim alanlarıyla, hem de kendi sanat alanlarıyla yakınlaşma, dayanışma, ittifak içinde olma kaçınılmaz geliyor. Bu nasıl olacak? Ben bir resim sergisine gittiğimde ben resimlere nasıl bakıyorum? Çok hoşuma giden, farklı bir kurgu denemesi olan bir resmi görünce ben bunu öyküde nasıl ifade edebilirim, buradaki öyküye nasıl yansıyabilir? Kurgu bu, başka bir bakış açısı. Bunu yapmak gerekir. Bir şiiri nasıl, şiirselliği nasıl veririm? Günümüzün bilimsel bir takım buluşlarını ben öykünün içerisine nasıl yediririm? Alıntılar gibi post-modern bir çizgide yapmıyorum bunu. Bir yazarımız mesela öyle yapıyor; alıyor, dolduruyor metinleri, alıntıyı koyuyor... Öyle değil, orada benim için esas olan gerçek bir nakkaş olmalı, hat ustası örneği olmalı. Bu hat ustasını anlatırsın, bu hat ustasını yarattıklarından yola çıkarak anlatırsın. Kolajlara karşıyım, monteye karşıyım, öykünmeye karşıyım, bir başka yapıtın benzetmelerinin kopya edilmesine karşıyım. Özgünlük olmalı ve bütün sanat alanlarından nasıl yararlanabileceğimi durmaksızın düşünerek yazmalı. Örneğin, sinematografik yapı... görselliğin öne çıkarılması şarttır öyküde. Çünkü okuru bütün duyularıyla, duyumlarıyla yakalayacaksın. Görme, koklama, tatma, dokunma her neyse... Olabildiğince ona o hazzı yaşatman gerekiyor. Bunun için de çok zengin bir kültürel birikime sahip olmak, dünyayı çok iyi tanımak gerekiyor, günümüzü belirleyen toplumsal, psikolojik, sosyolojik, ekonomik bütün bileşenleri görmek ve analiz olarak bakmak gerekiyor, senteze varmak gerekiyor bugün için. Yaşadığımız dünyayı her şeyiyle yansıttığımız bir öykü dünyası olmalı. Yaşadığın dünya atardamarından beslenmiyorsan, yüzünü geleceğe çevirmiyorsan öykü ölü doğar, asla yaşayamaz. Sen onu zorla yaşatmaya çalışırsın ama yararı yok. Çünkü yayımlandığı andan itibaren artık o kendi mücadelesini kendi verecek olan bireydir, böyle görüyorum ben. Sen asla okurla onun arasına giremezsin artık, okur onunla baş başadır, sevecek ya da sevmeyecektir.
   
   
   Emine Gürbüz: Varlık'a gelen öyküleri söylediğimiz zaman eleştirdiniz, hiç beğenmediğinizi, öyküyü bilmediklerini söylediniz. Size soralım, öykü nedir, öykücü kimdir?
   
   Zeynep Aliye: Çok zor sorular soruyorsun, fena sıkıştırdınız beni. Öykü nedir sorusunun cevabı yok, öykü nasıl olmalıdır sorusunun cevabı yok. Herkes kendi yolunu kendi bulur, sonuçta akar, önüne bir engel çıktığında engeli dolaşır yine akar. Öykücü, öykü yazarı için bu geçerli. Öykü... hayatı yansıtan anlardır, bir andır. Anın içerisindeki sonsuzluktur. İnsanı, okuru, soluksuz bırakan ve metin bittikten sonra kendisini yeniden başka bir kimlik gibi bulandır. Asla o öyküyü okumadan önceki insan olarak görmüyorsa kendini, başka birisiyse öykü iyi bir öyküdür.
   
   
   Emine Gürbüz: Son olarak internet üzerinden yayın yapan ve hiçbir maddi çıkarı olmayan Düşle Edebiyat Dergisi okuyucularına söylemek istediğiniz birkaç cümle var mı?
   
   Zeynep Aliye: Maddi çıkar, hiçbirimizin maddi çıkarı olmamalı, o zaman iş biter zaten. İnternet ortamında elektronik kitap yayımları var biliyorsunuz. Biz, Bilgi Yayınevi olarak ödülünü veriyoruz, dördüncü yılı olacak bu. Bir kere çok destekliyorum. Gelecek internetin sağladığı olanaklarla, elektronik kitap ortamında şekillenebilir. Yine de o kitabın kokusunu, tozunu yutmasını istiyorum genç kuşağın. İnternet ortamı elbette çok güzel. Böylesine özveride bulunan arkadaşları kutluyorum, çok değerli sizin emeğiniz. Genç kuşakta böyle kendini adayan, zamanını, enerjisini, gücünü her şeyini ona adayan insan sayısı çok fazlaca yüksek değil. Üniversitelisiniz, bir yandan okuyorsunuz, bir yandan ekonomik sıkıntılarınız vardır... Üstelik de hiç para getirmeyecek, para kazandırmayacak bir alanı seçmiş olmanızın bir yandan hoşluğunu duyuyorum, bir yandan üzülüyorum, bir yandan yalnız olmadığımızı, geleceğimizde bizim izimizi sürdürecek genç arkadaşların olduğunu görmenin kıvancını, gururunu taşıyorum...
   
   
   Emine Gürbüz: Bu hoş sözleriniz ve sohbetiniz için Düşle Edebiyat Dergisi adına teşekkür ederiz Zeynep Aliye... Bugün yorduk sizi.
   
   Zeynep Aliye: Ben çok teşekkür ederim, bunlar güzel yorgunluklar.

Söyleşi: Prof. Dr. Sevinç Özer . Emine Gürbüz


   
   

   
   düşLE: Merhaba Sevinç Hanım, bize kendinizi tanıtır mısınız?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Ben, Prof Dr. Sevinç Özer. Hacettepe Üniversitesi'nde uzun yıllar çalıştıktan sonra Pamukkale Üniversitesi'nde İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Kurucusu olarak bulunuyorum. Şu anda üç yıllık öğrencilerimiz var. Bir akademisyenim, bir yazarım. Ama yazılarım öykü kuramı üzerine kurulu. Öykünün çeşitli görüntülerini, yazarların bilmediği, bilmek zorunda olmadığı görüntülerini yazıyorum, öykü nedir ne değildir bunu irdeliyorum.
   
   
   düşLE: İngiliz Dili ve Edebiyatı, genel yapısı hakkında bize kısaca neler söyleyebilirsiniz?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Ben gerçek bir İngiliz dili uzmanı değilim. Benim asıl konum Amerikan Kültür ve Edebiyatı. Önce Amerika'dan başlayayım, her şeyden önce Türk kültürü için bir laboratuar Amerika. Amerika'yı öğrenerek, Türkiye hakkında da çok şey öğrenebiliriz. Çünkü Amerika bir çelişkiler ülkesidir. Türkiye belirli bir gelenek ülkesidir... Amerika'daysa geleneksizlik bir gelenek hâlindedir. Ama ben tesadüfen İngiliz Dili ve Edebiyat Bölüm Başkanı olarak bulunuyorum, bu konuda bir uzman olmadığı için, yine de İngiliz Edebiyatı mezunuyum. İngiliz Edebiyatı aslında dili bir kenara bırakırsak, Türk kültürüne birçok şey katabilecek bir edebiyat. Her şeyden önce emperyalizm kültürü... Belki Amerika'dan daha fazla ve daha eski bir emperyalizm kültürü. Biz de bu emperyalizm kültürünü incelersek eğer, gerçekten bir kültür emperyalizmi altında yaşıyor muyuz, yaşamıyor muyuz onu öğrenebiliriz.
   
   
   düşLE: Emperyalizm dediniz, bu ülkede büyük bir tepki var emperyalizme karşı. Belki bir sessiz çoğunluk. Emperyalizm edebiyatımızı nasıl etkiliyor peki?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Emperyalizm biliyorsunuz bir sömürgecilik olayı. Türkiye'nin şu anda herhangi bir ülkenin emperyalist etkisi altında, kültür dışında, olduğunu zannetmiyorum. Militarist anlamda bir emperyalist sömürge durumunda değiliz ve olacağımızı da zannetmiyorum. Bu anlamda ben kültürümüze çok güveniyorum. Ama kültür emperyalizmi, özellikle Amerika'dan gelen bir kültür emperyalizmi var. Buna karşı bazı Türk gençleri tepki gösteriyorlar; ama emperyalizmin doğasını bilmeden tepki gösteriyorlar. Her şeyden önce emperyalizm hakkında çok şey öğrenmek gerekiyor. Emperyalizm çünkü kökleri çok eskilere, köleciliğe dayanan bir olgu. Osmanlı İmparatorluğu'nda kölecilik olmadığı için, biz köleciliği de tanımıyoruz, onun için çok şey öğrenmemiz gerekiyor. Gençlerin bilinçli bir tepki gösterebilmesi için önce emperyalizmin doğrusunu bilmeleri gerekiyor. Ama ben siyaset bilimcisi olmadığım için daha çok edebiyat konusunda sorarsanız daha rahat hissedeceğim kendimi...
   
   
   düşLE: Ben zaten bunu sormuştum, emperyalizmin edebiyata yansıması nedir? Bu savaşı veren insanların yarattığı bir edebiyat var... Yani bugün var belirli isimlerle, dün de vardı örneğin Nâzım Hikmet'le. Bundan bahsedelim istiyorum. Konu İngiliz ya da Amerikan Edebiyatı olduğunda bunu geçmek kolay olmuyor...
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Nâzım Hikmet tabii ki şiirleriyle, bağımsızlık fikrini yaygınlaştıran bir şâir. Olağanüstü yetenekli bir şâir. Belki de dünya üzerindeki bir elin beş parmağı kadar az sayıdaki olağanüstü şâirlerden bir tanesi. Bağımsızlığı vurguladığı için, bizim ulusumuza bizi anlattığı için çok önemli bir şâir. Bu, siyaset biliminin konusu da olabilir, edebiyatın konusu da olabilir, başka kültürlerin, örneğin sosyolojinin konusu da olabilir. 'Memleketimden İnsan Manzaraları' aynı zamanda sosyolojinin de konusudur. O nedenle emperyalizm ilişkilendirmektense, edebiyatla ilişkilendirmeyi tercih ediyorum ben. Nâzım Hikmet, her şeyden önce hepimizin içini coşkuyla dolduran bir insan. Geleceğe dönük güvenle dolduran insan... Bir ülkenin, bir ulusun kendi benliğini savunabilmesi için her şeyden önce kim olduğunu bilmesi gerekir. Bunun için de Nâzım Hikmet'i okuması gerekir diye düşünüyorum. Nâzım Hikmet'e karşı çıkmak yazık, gençlerimiz açısından çok yazıktır. Çünkü sağda olsun, solda olsun -her iki ideolojiyi de kabul ediyorum, olması gerekli ideolojilerdir bunlar. Muhalefet gerekir sağ için sol muhalefet, sol için sağ muhalefet gerekir... Tümüyle bir ülkede yalnızca sağcılar, yalnızca solcular bulunamaz. Bulunması demokrasinin işlememesi demektir. Onun için her iki ideolojiyi de kabul edeceğiz. Ancak Nâzım Hikmet'i her iki ideolojiden insanların, gençlerin okuması gerekir. Çünkü Nâzım Hikmet bizim konsensüs ideolojimizin, yani bir bayrak etrafında toplanabilme ideolojimizin en önemli simgelerinden, söylemlerinden bir tanesidir. Onu sağda olsun, solda olsun herkesin okuması gerekir, geleceğe güvenle bakabilmek için.
   
   
   düşLE: Biraz daha edebiyata geçelim, sizin alanınıza... Öykü nedir, öykücü kimdir?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Daha önce konuştuklarımızla ilintili olarak söyleyeyim. Öyküyü ben şöyle tanımlıyorum, öykü milis harekettir. Yani ideolojik bir vur-kaç hareketidir. Öykücü sistem içindeki bazı yanlışları görür, bu yanlışlar üzerinde yoğunlaşır. Kısacık bir yazın biçimi, anlatım biçimidir. Roman buna karşılık bir ordu hareketidir. Bir ordunun, düzenli bir ordunun eğitilmesi, ortaya çıkarılması hareketidir. Roman, uygar bir dünyaya alternatifler sunmaya çalışır. Öykü bu uygar dünyadaki aksaklıkları saptar. Bu anlamda birbirlerinin tamamlayıcısıdırlar. Ama bugün çok hızlı değişen dünyamızda öyküye daha fazla ihtiyacımız var, öykü ideolojik bir vur-kaç hareketidir. Ben öyküyü böyle tanımlıyorum. Bir yerde, bir sorun, bir terslik, ideolojik açıdan bir aykırılık gördüğünüz zaman öykü yazarsanız; öykü kahramanı aykırı bir insandır. Roman kahramanıysa uygar dünyanın isteyebileceği, belirli bir yerden başlayan, gelişen, olgunlaşan ve sonunda çok iyi denilebilecek bir insan hâline gelen, evrimleşen bir kahramandır. Öykü kahramanının değişmeye zamanı yoktur. Öykü, bir olay içerisinde kendini gösteren aykırı bir kahramanla oluşur. Çünkü öykü ulusal sorunlardan bahseder.
   
   
   düşLE: Peki bir öykücüde olması gereken özellikler nelerdir size göre?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Bu çok güzel bir soru. Çünkü, Türk öykücülüğü ne yazık ki çok başarılı değil. Öykücülükte ilk önemli koşul, detay saptaması ve detay seçimi yapabilmektir. Bazı öykücüler, öykülerini çok ve gereksiz yere uzatırlar, nerede bitireceklerini bilemezler. Roman gereksiz detayları kaldırabilir, ama öykü asla gereksiz detayları kaldırmaz. Şiir gibidir öykü bu anlamda. Bir oturuşta okunması gereken bir şeydir. Çünkü dramatik bir etki yaratabilmek için, öykünün mutlaka bir oturuşta okunması, bitirilmesi gerekir. Nasıl bir şiiri yarısında bırakıp gidip bir başka işi yapıp ondan sonra gelip tamamlayamazsanız öykünün de böyle olması gerekir. Türk öykücülerinin çoğu bu gerçeği bilmeden yazdıkları, öykülerini gereksiz detaylarla doldurdukları için, öykü sanatı yapıyorum diye aslında kısa-roman yazıyorlar ve başarısız kısa romanlar yazıyorlar. Çünkü ne roman oluyor, ne öykü oluyor. Her ikisinin de işleme alanları farklıdır.
   
   
   düşLE: Anlıyorum... Peki günümüz öykücülerinden, sizin çok beğendiğiniz ya da hiç beğenmediğiniz birileri var mı?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Ben emeğe saygı duyan bir insan olarak beğenmediklerimi asla söylemem. Ama beğendiklerimi, son yazarlardan, benim çok severek okuduğum öykücüleri söyleyeyim size: Cemil Kavukçu ve Hasan Ali Toptaş. Bayanlardan da Aslı Erdoğan. Üçünü çok beğeniyorum, zevkle okuyorum her zaman için. Geçmişte tabii Sait Faik Abasıyanık, Haldun Taner gibi öykücüler olağanüstü güzel şeyler yazmışlardır, gerçek öykü sanatını ortaya koymuşlardır. Türk Edebiyatı'nda öykü vardır, her zaman olmuştur. Son yıllarda büyük bir patlama göstermiştir, büyük bir saygınlık kazanmıştır. Genç öykücülere şunu tavsiye ederim. Her şeyden önce çok kısa yazmayı, özü yazmayı öğrenmelidirler. Uzatmanın hiçbir anlamı ve yeri yoktur öyküde.
   
   
   düşLE: Türk Edebiyatı'ndaki öykücülerin, Tanzimat Dönemi'nde Batı'dan özenip öykü yazmaya çalıştıkları söyleniyor. Sizin bize geçmişten verebileceğiniz örnekler var mı ya da bu bağlamda öykünün güncel durumu nedir?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Ben Türk Edebiyatı üzerine çalışma yapmadığım için, Türk Edebiyatı'nın geçmişi üzerine çok fazla söz söyleyemiyorum. Ben bir kuramcıyım daha çok ve çağdaş öykü üzerine çalışıyorum. Ama şunu söyleyebilirim Almanya'da da iyi öykü yoktur, Fransa'da da iyi öykü yoktur, pek çok Avrupa ülkesinde de yoktur, Uzak Doğu ülkelerinde de yoktur. Öykü, Amerikalılar'ın icat ettikleri, dünya edebiyatına armağan ettikleri bir türdür. Ben, Amerikan Edebiyatı uzmanı olduğum için Amerika'daki öykünün gelişim tarihçesini çözümleyebiliyorum. Öykünün ilk kuramı Edgar Allan Poe tarafından yazılmıştır. Edgar Allan Poe'nun da öykücüye verdiği tek ders şudur: Öykü tek bir etki yaratmak için yazılan bir anlatım biçimidir. Edgar Allan Poe şunu söylüyor: Güzellik, ölüm, yaşam gibi çok az sayıda konu hakkında tek bir etki yaratmak için öykü yazmaya başlayabilirsiniz. Bu bir olayla ortaya çıkarılabilecek, bir simgeyle mitleştirilebilecek bir anlatım biçimi olmalıdır, her öykü okuyucunun kafasında unutulmayacak bir anı bırakmak zorunda olduğu için 'mit' yaratmak zorundadır. 'Mit'i de ben şöyle tanımlıyorum: Mitler, gelecek kuşaklara iletilmesi gereken inanç formülasyonlarıdır. Atasözleri mitleştirme dilidir. Onun için öykü yazarının mitler konusunu çalışması gerekir. Geçmişteki Türk öykü yazarlarının çok iyi öyküler yazdığını söylemek mümkün olmaz, rasyonel olarak mümkün olamaz. Bu konuda son derece cahil olduğumu itiraf etmeliyim; ancak çağdaş kısa öykü yazabilmek için, her şeyden önce tek bir etki yaratmayı bilmek, mitleştirme dilini kavrayabilmek gerekir. Türk Edebiyatı'nda mitleştirme dili yoktur, bunu açıkça söylemek gerekir.
   
   
   düşLE: O. Henry'yi nasıl buluyorsunuz?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: O. Henry, Amerikan Edebiyatı'nda aslında hoşlanılmayan bir yazardır. 'Surprise Ending' dediğimiz sürprizli bitişi ortaya çıkarmıştır. Bu da öykü sanatının ticarileştirilmesi olarak düşünülür. O yüzden Amerikan Edebiyatı'nda O. Henry'nin yeri iyi bir yer değildir. Ticarileşmiş öyküyle özdeşleşmiştir ismi. Ancak öykü sanatı konusunda, örneğin bir Ernest Hemingway... çünkü, 'Iceberg' (buz dağı) yöntemiyle yazar. Yazdıkları çok basit, yalın gibi görünür, ama çok anlamlıdır.
   
   
   düşLE: J. Steinbeck hakkındaki düşünceleriniz neler?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Steinbeck de çok başarılı bir öykü yazarı değildir. Steinbeck aslında kısa romanda daha çok başarılıdır. 'Fareler ve İnsanlar' en başarılı öyküsüdür. 'Kasımpatıları' güzel bir öyküdür. Fakat çağdaş öykü sanatı açısından gelenekçi bir dil kullanmıştır. Çağdaş öykü nasıldır, ben size söyleyeyim. John Whiteman isimli bir zenci yazar. 'Çöpte Yeni Doğmuş Bir Bebek Ölü Bulundu' başlığı altında bir öykü yazmıştır. İki sayfalık bir öyküdür. Bu öykü şundan bahseder. Yasadışı doğan bir bebeği annesi sekizinci kattan ölmesi için çöpe apartmanın çöp penceresinden atmıştır. Bebek sekiz kat boyunca düşerken pencereden zenci apartmanı içerisinde çeşit çeşit sefalet manzaraları görür. Bebeğin aklından geçen şudur, keşke annem beni atmasaydı da daha çok yaşayabilseydim, yaşam her şeye rağmen güzel bir şeydir... Bu öykü yaşamayı mitleştirmektedir. Sefalete, zorluklara, eşitsizliklere karşı yaşamayı mitleştirmektedir. Çok çarpıcı, çok güzel bir çağdaş kısa öyküdür. Türk Edebiyatı'nda ben buna benzer çarpıcı öyküler bulmakta zorlanıyorum, bunu söylemem gerekir. Ama Türk Edebiyatı daha kötü durumda bir edebiyat değildir dediğim gibi; Almanya'da, Fransa'da da, diğer Avrupa ülkelerinde de çok çarpıcı öyküler yazılamıyor bugün.
   
   
   düşLE: Son yıllarda öykü konusunda bir patlama var. Dergiler, öykü günleri, öykü çalışmaları... Bu acaba, Türk öykücülüğünü daha fazla özgünleştirme bağlamında tetikleyici sonuçlar getirecek mi sizce?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Aslında öykünün çok yazılması daha iyiye gideceği anlamında değildir. Öyküler, dâhici yazılan sanat eserleridir. Ama öykülerin çok sayıda yazılması, çok güzeldir. Edebiyatın demokratikleşmesidir, edebiyatın yaygınlaşmasıdır bu, herkesin söyleyecek sözü vardır demek ki.
   
   
   düşLE: Öyküyü biraz şiirler özleştiren yaklaşımlar var. Buna ne diyorsunuz, şiir çok fazla bir biçimi, söylemi olan bir olgu. Geçmişten, geleceğe uzanan ya da fiilen gelecekte patlayacak olan bir olgu...
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Öykü, şiire benzer. Hangi anlamda benzer? Dil konsantrasyonu açısından benzer. Daha önce de söylemiştim. Öyküde hiçbir gereksiz ayrıntı koyamazsınız, şiir gibi okunmalıdır... Öykünün ortasında kalkıp gidip su içerseniz, öykünün dramatik etkisi bozulur. Bu anlamda şiirsel yaklaşımlar denemek, yoğun bir dil kullanımını denemektir. Öykü açısından başarılı olabilir, çünkü öykünün ön koşullarından bir tanesi dil yoğunluğudur. Siz gereksiz ayrıntıları atmak, öyküyü bu şekilde yazmak zorundasınız. Türk Edebiyatı'nda pek çok öykücü bunu bilmiyor.
   
   
   düşLE: Yalnızca bu özelliği bağlamından mı özdeşleştirebiliyoruz öyküyü şiirler?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: İki konuda öykü şiire benzer. Bir, mit dili yaratmada. Şiirler mitler yaratmak için yazılır. İkincisi de dil yoğunluğu kullanmada. Bunun dışında olay olduğu için öykü romana benzer. Romana da olay içinde insanı ele aldığı için benzer. Öykü kendi içinde bir muhtariyettir, egemenlik ve özerklik alanıdır. Bunu bu şekilde düşünmemiz gerekir, bu şekilde düşünürsek daha sağlıklı yaklaşabiliriz bu duruma. Şiirler romanı nasıl bir araya getirmiyorsak, romanla şiiri, şiirler öyküyü bir araya getirmemize gerek yoktur. Ama birbirlerinden ödünç aldıkları öğeler olabilir.
   
   
   düşLE: Siz öykü kuramları konusunda uzman bir kişisiniz. Bu kuramların çiğnenmesi mi çiğnenmemesi gerekiyor? Bu kuramlar çiğnendiğinde öykü öykülükten mi çıkıyor?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Öykücü kuramı bilerek yazmak zorunda olan insan değildir. Öykücüler bir anlık esinlenmeyle yazarlar. Kendilerini geliştirirler, öykü yazarak iyi öyküye ulaşırlar. Öykücüleri anlamaya çalışmak, kuramcıların ve eleştirmenlerin işidir. Öykücü kesinlikle kuram bilmek zorunda değildir. Sadece kendini tanımak zorundadır. Tıpkı nasıl romancı roman kuramını, tarihçesini bilmek zorunda değilse, öykücü de öykünün tarihçesini ya da öykü kuramını bilmek zorunda değildir. Öykücüler kendilerini tanıyarak, geliştirerek daha iyi öyküye ulaşırlar.
   
   
   düşLE: Dünyadan, tavsiye edebileceğiniz öykücüler kimler?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: En iyi öykücüleri Amerikan Edebiyatı'nda bulabilirsiniz. Çağdaş Amerikan öyküsü en iyi öykü alanlarından bir tanesidir. Amerika kıtasal bir ülke olduğu için, öykü hızlı iletişim olanakları yaratmıştır ve Amerikalı iyi yazarlar öyküyü iletişim aracı hâlinde kullanmışlardır. Bugün o kadar çok öykücü var ki, kısa öykü konusunda kendini başarılı olarak kabul ettirmiş olan. Ama örneğin John Whiteman'ı okunmalı derim ben. Mary McCarty okunmalıdır... Yine de isim vermekten hoşlanmıyorum.Benim reçetelerimi kullanmayın bu yüzden, sevdiğiniz öyküleri okuyun.
   
   
   düşLE: Sözünüzün başında çok insancıl bir söylem olarak; yayılmacı, emperyalist olgulara karşı olduğunuzu gördük. Buna olgular açısından Amerikan Edebiyatı'na dünden bugüne baktığımızda yazarların arka plân edimleri, eğilimleri, özlemleri insancıl ve muhalif mi?
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Edebiyat bir aldatma sanatıdır. Edebiyatta aslında, kadın yanındaymış gibi görünebilir, ama kadının karşısında yazabilirsiniz. Bütün edebiyat, bütün sanatlar bana göre bir aldatma yöntemi olabilir. İdeolojik olarak kullanmaya karar verdiğimiz zaman kültür emperyalizmi için çok iyi araçlar hâline gelebilir. Öykü de böyledir, roman da böyledir, diğer bütün anlatım biçimleri, sanat biçimleri, sanatın bütün dalları ideolojik araçlar, silahlar hâline gelebilirler. Ama, Amerikan kültürünün elindeki en büyük silah Amerikan filmidir, Amerikan televizyonudur. Kendi halkını da aldatır, bizi de aldatır. Kültür emperyalizmi zaten bu şekilde yayılıyor gördüğüm şu anda kadarıyla... Pek çok yöntemi ve silahı var, Türkiye'deki en etkileyici silahıysa Amerikan dizi filmleridir örneğin. Artık gençlerimiz Amerikan dizi filmlerinin diliyle konuşuyorlar. Bu anlamda edebiyat günahsız değildir, son derece günahkâr bir alandır. Edebiyat çok aldatıcı olabilir, çok büyük bir silah olarak kullanılabilir. Şunu söylemek istiyorum en son olarak, edebiyat bir ulusun politik projesidir. Bir ulus emperyalizm yapmaya karar verdiği zaman edebiyatı kullanır; kendini reformize etmeye karar verdiği zaman edebiyatı kullanır; reformize etmeme karar verdiği zaman da edebiyatı kullanır. Acıklı olan da budur...
   
   
   düşLE: Düşle Edebiyat Dergisi adına teşekkür ederim Sevinç Hanım. Bu söyleşiyi gerçekleştirmiş ve sizi tanımış olmak beni çok mutlu etti.
   
   Prof. Dr. Sevinç Özer: Teşekkürler, ben teşekkür ederim...

Söyleşi: Selim İleri . Emine Gürbüz & Alper İlhan

   
   

   
   

   
   düşLE: Selim İleri ismi, bunca yıl var oluştan sonra... size bugün neyi anlatıyor, ne görüyorsunuz Selim'e baktığınızda... ve Selim ne görüyor insanlara baktığında?
   
   Selim İleri: Gitgide daha içine kapanan bir Selim görüyorum. Hâlbuki gençliğimde çok daha -gerçi ben kendimi her dakika genç hissediyorum o başka- girgin, dışa dönük bir insandım, daha neşeli denebilecek bir insandım. Bunların hepsi birer ikişer gitti, hiçbir şey benim için çok fazla bir heyecan uyandırmıyor; yazı yazarken onun içindeki mücadele belki bir heyecan... ama onun dışında pek fazla bir şey hissetmiyor. Bazı insanlar zaman zaman yeni bir takım duygular, heyecanlar uyandırıyor; ama genelde baktığınız vakit çok fazla insanlara ait bir beklentim kalmadı diye düşünüyorum.
   
   
   düşLE: Dönem dönem yalnızlıklar vardı hayatınızda, "Anılar; Issız ve Yağmurlu" yayınlanmadan önce eserlerinizin birçoğunda görüyorduk bunu. Bir korku, bir geri duruş insanlardan... bugün de yaşıyor musunuz? O eski Selim'in heyecanı, acaba benden rahatsız olurlar mı diye soran Selim'in heyacanı içinizde mi?
   
   Selim İleri: İnsanın bir parçası o galiba, kişilik... ne kadar siz yol alsanız da, aradan ne kadar zaman geçmiş olsa da yaratılışınızın bazı özellikleri hiçbir şekilde değişmiyor diye düşünüyorum ben. Sizin yazınızı okurken de mesela çok ilgimi çekti; ben o cümleleri unutmuşum, ama o yazıyı okuyunca birden hepsini anımsadım. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen çok fazla bir değişiklik olduğunu sanmıyorum; yalnız belki bir şey değişti... o cesareti dahi bulamam artık. İnsanlarla kendi aramda belirli bir mesafeyi korumak zorunda olduğumu, kalbimi her açışımda o açılışın çok daha kırıcı sonuçlar vericeğinin bilincde olmak gibi bir mesafe yaratarak idare etmeye çalışıyorum.
   
   
   düşLE: "Hâlâ Stalinist..." yazmıştınız karakteriniz için yanılmıyorsam "Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak"ta. Parçaları benden bulmayın diyorsunuz, yine de sorayım...
   
   Selim İleri: Yazıda tam olayı çözemedim, sonra tekrar bakacacağım diye sana sormadım az önce. Çok ilgimi çekti oradaki tespit. Orada, romanda Selim'in arkadaşı için... Yoksa ben hayatımda hiçbir zaman Stalinist olmadım. Gençliğimde Lenin, Stalin hayranlığı vardı. Fakat bu sadece solculuğun bir özelliği gibi vardı, ezbere, şartlandırılarak olmuş olan bir şeydi. Yoksa, Stalin'in yeryüzüne gelmiş en büyük facialardan birisi olduğunu ve Hitler, Mussolini gibi insanlardan da çok büyük bir farkı olduğunu sanmıyorum. Özellikle kültür ve insanoğlunun bireysel yaşamı üzerindeki baskılarının çok olumsuz sonuçlar verdiğini düşünüyorum. Devrinde çok eziyet çekmiş, çok büyük Rus, Sovyet yazarları var. Mesela onlardan bir tanesi Anna Ahmatova diye bir kadın, bir tanesi Pasternack gibi bir adam... her ikisini de çok severim ben. Ama eğer dünya görüşümü sorarsanız, sağ eğilimli bir insan hiçbir zaman olmadım, herhâlde artık bu yaştan sonra da olacağımı sanmıyorum.
   
   
   düşLE: Peki oradaki çağrışım neydi? Selim'in arkadaşı...
   
   Selim İleri: Tam şimdi cümleyi hatırlayamayacağım ama çok severek yazdığım bir cümle var: İnsan inancı için çıldıramaz mı? Ben onun fikirlerine karşıyım, ama o arkadaşım -gerçek hayattada öyle bir arkadaşım vardı- bağlıydı. Onu dinlediğiniz vakit siz de yeniden Stalinist bile olabilirdiniz. Bu bağlılık, vazgeçmeyiş, bana tabii şiirsel geliyor. Bu Stalinist olmayla ilgili değil, bir insan Hitler'e de bu kadar bağlı olabilir. O tutku, o insan yaratılışının sadakati...
   
   
   düşLE: Fanatik tutku biraz da...
   
   Selim İleri: Evet, ben de yok ama... bana ilgi çekici geliyordu. Hattâ bir anlamda anlayabildiğim bir şey benim.
   
   
   
   düşLE: Üslubunuz hakkında farklı görüşler var. Ben, o, biz, siz... Yazarken üsluba göre bir kurgu ya da kurguya göre bir üslup seçmeye özen gösteriyor musunuz? Yoksa olduğu, geldiği gibi mi satırlar... düzenler...
   
   Selim İleri: Kurguyla tabii, çok da zorlanarak o kurguyu kuruyorum. Hayatımın hiçbir döneminde hikâye ya da roman yazarken içimden geldiği gibi yazamadım. Anılar, deneme onlar tabii daha kolay. Ama, roman ve öyküde daima kurguya özen göstermeye çalıştım.
   
   
   düşLE: Anladım... Mesela, "Sabahsız Geceler" isimli öykünüz, ben bugün onu okursunuz diye düşünmüştüm...
   
   Selim İleri: Belki daha doğru olurdu. Biraz zor bir öykü okuduğumu sonra fark ettim. O da unutkanlığımdan kaynaklanan bir şey... O hikâyeyi (Lanterna Magica) çok severdim, o yüzden okudum. Ama, "Sabahsız Geceler" daha ortak, kollektif duygu yaratabilirdi.
   
   
   düşLE: O öyküde Dostoyevsi'nin Prens Mışkin'i, Rogojin'i, Nastasya Filippovna'sı gülümsüyor. Genel olarak bakınca Dostoyevski'den ve Anton Çehov'dan çeşitli çağrışıma rastlamak mümkün birçok eserinizde... Şu an aklıma gelmeyen başka yazarlardan da elbette. Peki yaratılmış eserler arasında, kendinize en yakın hissettiğiniz yaratıcılar kimler, eserler neler? Yani çok ciddi çağrışımlar alıyorum bu yazardan ya da eserden diyebileceğiniz.
   
   Selim İleri: Bir defa bizim edebiyatımızda kendi iç dünyama en yakın bulduğum şâir Behçet Necatigil'dir. Onun yanı-sıra birçok yazardan kendimi yakınlıklar alıyorum...
   
   düşLE: Halid Ziya Uşaklıgil var... Halil Vedad'ın öyküsü...
   
   Selim İleri: Evet, Uşaklıgil var. Batı Edebiyatı'ndan Dostoyevski, Virginia Woolf. Tolstoy'un bazı eserleri, tümü değilse bile... Anna Karenina'yı çok severim.
   
   düşLE: Tolstoy'da az önce sözünü ettiğimiz fanatizm var aslında.
   
   Selim İleri: Var tabii, müthiş var hem de. Joseph Conrat İngiliz Edebiyatı'ndan çok sevdiğim bir yazardır. Aslında birçok yazarı kendime çok yakın hissederim. Mesela bana baktığınızda hiç benzer tarafı yok gibi gözükür, ama Bertolt Brecht de beni son derece ilgilendiren bir yazardır. Anton Çehov ve başka sayamayacağım kadar çok yazar.
   
   
   düşLE: "Başımı göğsüne dayamak istiyorum. Yapma, yapma diyor içimdeki kötü ben. Kötü beni dinliyorum. Sarılmak istiyorum, yapamıyorum, kavuşamıyorum." gibi nice çâresizlik vardı satırlarınızda... bugün benzeri durumlar içindeki fırtınalarda yaşayan milyonlarca genç insan var. Az önce de konuşmuştuk, beklentisiz bakıyoruz artık yaşama. Belki sizden daha özgürler, oysa çelişkiler çok büyük. İkili ilişkilerde olsun, aile ilişkilerinde olsun, yaşama bakışta olsun, sanata başkışta olsun, siyasi duruşta olsun... kopuyor muyuz birbirimiziden? Yoksa her şeye rağmen yakınlaşıyor muyuz?
   
   Selim İleri: Bu öyle bir şey ki, bilardo topu gibi. Zaman zaman yakınlaşılıyor, zaman zaman teğet geçiliyor, zaman zaman kopuluyor. Her yeni dönemin kendi içerisinde getirdiği bir takım daha rahat şartlar, özgür gibi görünen şartlar oluşuyor. Ama baktığınız zaman o dönemin içerisinde insanlar daha özgür olsalar da, mutsuzlukları ve yalnızlıkları fazlasıyla oluyor.Yani bu insanın değişmez alınyazısı gibi bir şey... öyle inanıyorum. Belki de insanlığın büyük kurtuluşu için daha çok zaman var.
   
   
   düşLE: Toplum ayrışıyor mu?..
   
   Selim İleri: Ayrışıyor... evet.
   
   
   düşLE: İsteyerek mi yapılıyor, ben bunun peşinden gideceğim mi diyor herkes kendine? Yoksa bir araya gelmek için çaba harcanıyor mu?
   
   Selim İleri: Bir araya gelmek için çaba harcansa bile yaşam koşullar insanları birbirinden uzaklaştırıyor. Baskılar, toplumsal baskılar, maddi problemler... maddi problemlerin de bireysel sorunlar üzerine çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Milyonlarca insanın çok zor şartlarda yaşadığı bir ülkede bireysel incelişler, gönül eğilimleri çok zor bir şeydir. Önce ekmek kavgası, ekmek kavgası daha önde olmak zorundadır. Onun getirdiği trajik bir durum var. Bir insana neden kitap okumadığı soruluyor bu ülkede. Nasıl okuyacak kitabı, ne zaman okuyacak, hangi hayat şartları içinde, hangi alım gücünde okuyacak?
   
   
   düşLE: Peki bu bağlamda popüler kültüre, popüler edebiyata, popüler yaşama nasıl bakıyorsunuz?
   
   Selim İleri: Popüler kültürü ben diğer insanlardan farklı görüyorum. Ben çok zararlı bir şey olduğuna inanmıyorum. Eğer siz popüler olmayan kültürü milyonlarca insana aktarabilecek imkânları yaratamıyorsanız... diyelim ki arabesk müzik, öteki müzikleri sevdirememişseniz, o insanların müzik ihtiyaçlarını Müslüm Gürses karşılıyorsa ben buna sadece saygı duyuyorum.
   
   
   düşLE: Peki bu durumun sebebi ne?..
   
   Selim İleri: Bizde entellektüel sanatın çok soğuk tavırlı olduğuna inanıyorum ben, televizyonda kitap programı yaparlar mesela. Bir takım insanlar, hiçbir zaman kitleye hitap edebilen, kitlenin de gönlünü okşayacak şeyler olmaz...
   
   
   
   düşLE: Kendi aralarında yapıyorlar sanki.
   
   Selim İleri: Evet, kendi aralarında olan bir şey. Bu çok tehlikeli bir şey bence. Hâlbuki o adam jilet atıyor belki ama, milyonlarca insanın ıstırabına cevap veren bir şey var ki oluyor. Hiçbir zaman o çapta popüler olmuş insanların bir sırları olmadığını düşünmemiz gerekiyor. Onlardan öğrenilecek bir şey vardır. Türkan Şoray, milyonlarca insana otuz beş yıl hizmet vermişse... tabii kitaplar çıkıyor görüyorum, popüler kültür falan... kapağa Türkan Şoray'ın resmini koyuyorlar! Hiç alakası yok... Türkan Şoray'ın gelmiş olduğu nokta çok çok daha başka bir yerde. Çok uzun zaman sonra entellektüellerimiz kavrayabilecekler. Bir insan milyonlarca kişiye hitap edebiliyorsa, orada bir giz var. Entellektüel olmak isteyen insan da bu gizi çözüp öğrenmeli ve kavrayabilmeli diye düşünüyorum...
   
   
   düşLE: Sonra da anlatabilmeli...
   
   Selim İleri: Elbette, sonra da anlatabilmeli.
   
   
   düşLE: "Hayatın öyle sürecek. Mütareke senelerini, üçlü sevişmeleri yazmayacaksın, biraz tarih soslu, biraz cinsellik, ufağından tefeğinden devrimcilik... Yazmayacaksın, miden kaldırmayacak. Yazmak istediklerinse kimsenin iştahını kabartmayacak. Belli olmaz ki, belki de yazacaksın. Her zaman kaypaktın, her zaman kaçak oynadın. Gerçek Selim'i açık denizler ortasında boş yere arıyorsun." Hiç mi öykü yazmıyorsunuz artık?.. Yazmayacak mısınız?
   
   Selim İleri: Öykü yazıyorum, iki üç tane yayınlanmamış öykü var. Hattâ bir tanesi yayınlandı. Belki bir-iki sene sonra yaşarsam çıkar. Ben tabii aslında doygun bir insanım, o alıntıladığın satırlar belirli bir karamsarlıkla oluşuyor. Yoksa okurlarının sevgisini görmüş bir insanım, onlara çok şey borçlu olduğuma inanıyorum. Ama içinde bulunduğumuz edebiyat ortamı -edebiyat denebilirse o ortama- bana artık hiç çekici gelmiyor. Onun bir parçası gibi görmüyorum kendimi. Burada tabii bir arada olunuyor, şu oluyor bu oluyor... nezakete karşılık gösterliyor ama, yollar ayrılıp gitmiş.
   
   
   düşLE: Bir tartışma ortamı bile yok demiştiniz edebiyat ortamı için, hattâ edebiyat ortamı bile demiyorum demiştiniz bir röportajınızda.
   
   Selim İleri: Demiyorum, çünkü gerçeği konuştuğunuz vakit sanki sizin çekemediğiniz gibi bir başka abuk-sabuk imaj ortaya çıkıyor. Ondan da hoşlanmadığımdan artık hiçbir şey söylemiyorum, tam tersini yapıyorum. Mesela size geliyor, sizinle ilgili röportaj yapmak istediğiniz söylüyor, beş dakika sonra filan kişinin kitabı hakkında ne düşünüyorsunuz diyor. Ben inatla olağanüstü buluyorum, okumadım ama ilk fırsatta okuyacağım, fakat kendisi son derece değerli bir arkadaşımızdır diye artık alay ediyorum. Tabii insanlar bunun alay olduğunu idrak edemeyip gerçek olarak alıyorlar. Bana çekici gelmiyor. Benim yetiştiğim yıllardaki -örnek almaya çalıştığım edebiyat adamlarımızın yaşama biçimi; maddeden uzak duruşları, paraya karşı âdeta bir nefretle yaklaşmış olmaları ve ister sağda ister solda, kendi dünya görüşleri içerisinde hemen hepsinin yaşadıkları ülkeye, o ülkenin insanlarının sorunlarına olan saygıları çok başka bir şeydi. Bugün öyle bir şey yok, o yüzden bizi yetiştiren o insanlara benim vefa ve gönül borcum sonsuz olduğuna göre bugün bana çekici gelmiyor artık.
   
   
   düşLE: Yemek kitapları... onlar huzurlu kılıyor mu sizi?
   
   Selim İleri: Onlar dikkatli okunduğunda, siyasi yazılar yazıldığı görülebilir. "Petrollü Patates Köftesi" diye bir yazım var. Mesela o yazımı çok seviyorum, birçok yazıda dile getiremediğim kadar Anti - Amerikan bir tavır var. Bizde bir şartlanma var, sizi çok yakından okuduğunu iddia eden ve hattâ sizinle ilgili çok güzel şeyler yazmış olan kişiler bile onların okuyucu tavlamak için yazıldığını düşünüyorlar. Hâlbuki ben orada siyasi görüşlerimi bir kez daha ifade etme alanı yaratmaya çalışıyorum...
   
   
   düşLE: Daha rahat ifade etme alanı yaratıyorsunuz...
   
   Selim İleri: Evet, daha rahat ifade ediyorum.
   
   
   düşLE: Neler okuyorsunuz peki, güncel edebiyatı mı takip ediyorsunuz?
   
   Selim İleri: Takip ediyorum güncel edebiyatı, fakat ne yazık ki çok kıyısından köşesinden. Bana gönderilen kitapları mutlaka okumaya, kavramaya çalışıyorum. Ama daha çok geçmişteki birikimlerin yazıya dökülmesi için geçmişi okumak zorunda kalıyorum.
   
   
   düşLE: Reklam konusunda da çok farklı görüşler oldu. Sizce bir kitabın reklamı, yani belki başarlı olanı belki de başarlı olmayanı albenili göstermek... doğru mu?
   
   Selim İleri: Reklam çağında yaşadığımızı hepimiz ister-istemez kabul ediyoruz. Edebiyat alanında bir kitabın ancak kendi çerçevesi içerisindeki reklamı yapılabileceğini düşünüyorum. Çünkü her meslek dalının kendine mahsus bir reklamcılığı var, çağımızda uzman reklamcılık bunu gösteriyor. Bir edebiyat adamının pop şarkıcısı gibi kendini ve eserini reklam etmesi sonucunda sadece gülünç şeyler ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Belki gelip-geçici başarılar ve satış garantisi söz konusu; ama bunlar uzun vadede düşünüldüğünde hem o esere, hem o yazara ziyan getireceğine inanıyorum.
   
   
   düşLE: Sinema... "Anılar; Issız ve Yağmurlu"da Handan Şenköken'e çok anlatışsınız. O kısmı geçelim, bugün takip ediyor musunuz? Karşılaştırmak belki mümkün değil... Ama bugün Türk Sineması size ne gösteriyor?
   
   Selim İleri: Çok değişti tabii Türk Sineması, bir Amerikan tekniği içerisinde hareket eder oldu. Belki geçmişteki sinema da çok fazla Türk toplumunun realitesi değil ama, bir Türk duyarlığı vardı. O Türk duyarlığı bir defa sona erdi, aşırı bir Amerikanlaşma içerisinde... bu konuda fazla bir şey söylemek istemiyorum yine de, çünkü ne yazık ki çok fazla takip etmiyorum. Görebildiğim kadarıyla, televizyonda falan rastladığımda o kareler bana hiçbir şekilde cezbedici gelmiyor. Seyretmiyorum, birçok filmi seyretmiyorum diyebilirim.
   
   
   düşLE: Son soru... hâlâ fotoğraf çektirmemeye özen gösteriyor musunuz?
   
   Selim İleri: Fotoğraf çektiriyorum, ama fotoğraf saklayamıyorum. Başkası çeksin, bende olmadıktan sonra başkasında olsun önemli değil. Beni çok üzüyor fotoğraflar. İlhan İrem'in çok sevdiğim bir şarkısı vardır, eski bir şarkı; "hayır ben değilim, ben olamam yanındaki / böylesine dopdoluyken bugün gözlerim / nasıl da gülmüşüm şu resimlerdeki gibi" Bana da öyle geliyor, o anılar görsel olduğu vakit daha yakıcı... daha yıpratıcı oluyor. Bellek bir miktar silebiliyor, ama orada bir karenin içinde donmuş olduğu vakit çok etkileyici ve acı bir şey çıkıyor ortaya.
   
   
   düşLE: Çok teşekkür ederiz yakın ilginiz için...
   
   Selim İleri: Ben size çok teşekkür ederim.