5 Ağustos 2011 Cuma

Söyleşi: Erendiz Atasü . Emine Gürbüz

 Emine Gürbüz: Eczacılık eğitimi aldığınızı biliyoruz edebiyata yönelişiniz nasıl oldu?
   
   Erendiz Atasü: Çocukluğumdan beri çok iyi bir edebiyat okuruydum. Fakat yeteneğim gizli kalmıştı, daha doğrusu bastırılmıştı sanırım. Ben yazarım demeye herhalde cesaretim yoktu diye düşünüyorum şimdi. Çok daha sonraları, belki hayatın birikimiyle içimden yazma arzusu, yazma iradesi karşı konulmaz biçimde taştı. Böyle girdim edebiyata, ilk öyküm yayınlandığında otuz dört yaşındaydım. Yani biraz geç bir giriş sayılabilir, ama daha önce yazmıştım. Fakat iyi bir okur olduğum için yazdıklarımda pek bir marifet olmadığını da görebiliyordum, onları asla yayınlamaya kalkışmadım.
   
   
   Emine Gürbüz: Fen bilimleri üzerine aldığınız eğitimin edebi eserlerinize katkısı oldu mu?
   
   Erendiz Atasü: Fen bilimleriyle alınan eğitim eğer insanın zekası bu kanalda açıksa insana olayları, olguları, kişileri çok yönlü irdeleyebilme becerisi kazandırır. Herkese kazandırır demiyorum, bu yönde bir yeteneği olanlara fen bilimleri bunu kazandırır. Nerde zorunluluk biter, nerde rastlantı başlar, kaos nedir, düzen nedir, aralarındaki ilişki nedir bunları size öğretir fen bilimleri. Tabii elbette bu da yazdığınız yapıtlara yansır.
   
   
   Emine Gürbüz: Sanata kadın gözüyle bakabilmenin farklılığı nedir? Sanat eserine nasıl artıları vardır?
   
   Erendiz Atasü:Kadın gözüyle hayata ve sanata bakmayı şöyle tanımlıyorum ben. Kadınlar toplumun her kesiminde o kesimdeki erkeklere göre daha şanssız bir konumdadırlar. Bu konumu unutmadan yaşamayı değerlendirmek, bu konumu unutmadan yaratmak; benim anladığım budur kadın gözüyle yazmaktan. Tabii bu farklı bir bakış açısı kazandırır, yani alışılmış bakış açılarından daha farklıdır. Alışılmış olan erkeğin gözüyle değerlendirmektir, yani sosyal katmanın üst katından, biz alt katından bakıyoruz.
   
   
   Emine Gürbüz: Bu bağlamda kadın yazar olmanın zorlukları nelerdir peki?
   
   Erendiz Atasü: Kadın olarak meslek sahibi olmak bir defa zor bir iştir. Çünkü bizim toplumumuzda cumhuriyet devrimlerinin kadınlara getirdiği çok büyük açılımlara rağmen ev içi hayatında, aile ilişkilerinde eski gelenekçi ataerkil tavır genellikle sürmektedir. Bu nedenle kadın, ev kadınlığı annelik, daha doğrusu ebeveynlik görevlerini yeterince eşiyle paylaşamadan bir de üzerine kariyer yükü aldığı zaman zaten iki katlı hırpalanmaktadır. Bu hırpalanma iyidir, çünkü ev içinde kapalı kalmak gerçekten ruh sağlığına aykırı bir şeydir.. Şimdi yazar olmanın zorluğuna gelince; bir defa içsel zorlukları var, yazmak yalnızlıkta yoğunlaşmayı gerektirir. Yazarlığa ilk başladığımda hem meslek sahibiydim, hem ailemle ilgili sorunlarım, sorumluluklarım vardı, bu koşullar altında yalnızlıkta yoğunlaşıp nasıl yazabilirim? Yani, o zamanı yaratıp bütün metinleri aklımda kurardım ve zamanı yaratıp bir yere kaçar ve harıl harıl yazardım. Bu komik ve gayri insani bir çalışma yöntemi aslına bakarsanız. Bir defa böyle bir zorluğu var. İkinci zorluk tabii her alanda olduğu gibi edebiyat alanında olduğu gibi bir erkek egemen baskı vardır. Açıktır veya örtüktür, ama vardır. Dolayısıyla kendinizi kabul ettirmeniz çok da kolay değildir.
   
   
   Emine Gürbüz: Öyküyü nasıl tanımlıyor, nasıl yazıyorsunuz?
   
   Erendiz Atasü: Öykü bana göre hayatın geniş ufkuna şöyle bir göz atmaktır. Nasıl yazdığımın bir formülü yok, her öykü bir başka içsel macera sonucunda yazılıyor. Teknik olarak nasıl yazdığımı, en azından çalıştığım zamanlarda nasıl yazdığımı, biraz önce söyledim. Şimdi daha rahat koşullarda çalışıyorum tabii.
   
   

   
   Emine Gürbüz: Öyküyle başlayan yazın yaşamınız arada denemeler olmasına rağmen, romanlarda sürüyor. Romanı çekici kılan ne oldu sizin için?
   
   Erendiz Atasü: Hayat çok karmaşık ve zengin olgu… En sıradan yaşamda bile insanı büyüleyen ayrıntılar vardır incelemeci bir gözle bakıldığında. Hayatın bu özelliği beni çok ilgilendirmiştir, çekmiştir, büyülemiştir… Romanda bunu yansıtabilme imkanınız daha fazla, bu yüzden romanı tercih ediyorum.
   
   
   Emine Gürbüz: “Taş Üstüne Gül Oyması” isimli eserinizden ve bu eserinizi yazmanıza zemin hazırlayan sebeplerden bahsedebilir misin?
   
   Erendiz Atasü: Diğer öykü kitaplarım konu açısından kadınlarla ilgili olsa da bu kitapta kadın gözüyle sanata, edebiyata, yaşama, antik çağlara bile bir bakış vardır. Gene her öykü farklı biçimlerde yazılmıştır, farklı ilhamlarla yazılmıştır. Ama kitapta bütün öykülerin arasındaki ortak nokta şudur, hepsi bir mekanın beni heyecanlandırmasıyla yazılmıştır. Trabzon’daki Ayasofya Müzesi’nin bahçesi, ordaki mezar taşları; Mısır Piramitleri, Ege’de bir köy gibi… Hepsi bir mekanın heyecanıyla doğmuştur. Ama yazarken belki yaratıcılık temasını işlemeyi ben de bilinçli olarak amaçlamamıştım. Kitap bittikten sonra bir şey görüyorsunuz dışarıdan bakınca; aslında öykülerin hepsi sanatla, yaratıcılıkla ilgili. Yaratıcılığı irdeleyen öyküler bunlar…
   
   
   Emine Gürbüz: “Benim Yazarlarım”daki yazarları sizin yapan neydi tam olarak?
   
   Erendiz Atasü: Belki biraz rastlantıydı… Kitaplar üstüne incelemeler yaptım ben, bir eleştirmen olmasam da. Ama bir yazarın diğer yazarlar ve onların yapıtları üzerine kaleme aldığı yazılar bazen edebiyat bilimcilerinin incelemelerinden daha ilginç olabilir. Çünkü siz içten bir gözle, içsel bir gözle bakarsınız. Kuramların, kuralların çerçevesinde değil de özü neyse ordaki sanat yapıtının onun içine nüfuz eden bir gözle bakarsınız yazar olarak. Rastlantılar, çünkü bazı kitapları okurken insan çok etkilenir. Bu sadece kitaptan kaynaklanmaz, o sırada sizin ruh durumunuz kitaptaki olaylara açıktır. Belki o kitabı başka bir zaman okusanız bu kadar etkilenmeyeceksinizdir. Bu bir rastlantı… İkinci rastlantı, o sırada yoğun çalışıyorsanız o kitap üzerine bir yazı düşünemezsiniz. Ama yoğun çalışmıyorsanız ve okuduğunuz kitaptan etkilendiyseniz o kitap üzerine bir yazı benim kafamda şekillenmeye başlar. O yazılar o şekilde yazılmıştır… Bu demek değildir ki orada adı anılan yazarları beğenmiyorum, sevmiyorum. Tamamen bu ve bunun gibi rastlantılar üzerine kurulmuştur o kitap.
   
   
   Emine Gürbüz: “Dağın Öteki Yüzü” 1996 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü aldı bu eserinizden biraz bahseder misiniz?
   
   Erendiz Atasü: Dağın Öteki Yüzü aslında peşpeşe ailemin büyüklerini kaybetmenin acısıyla yazılmıştı, her romanın bir duygusal itici gücü vardır. Bunun itici gücü de böyle bir acıydı. Ama her romanın bir de düşünsel planı vardır, düşünsel planı da doksanların başında ve ortasında yazdığım için Türkiye’nin çalkantılarından oluşmuştur. O zaman ayrılıkçı şiddet olayları tırmanıştaydı, siyasi İslam tırmanıştaydı, çatırtılar duyuluyordu. Bugün daha şiddetle duyulan çatırtılar! Ve ben cumhuriyet üzerine düşünüyordum… Benim annem babam çok idealist kemalistlerdi ve hayatlarını vazife aşkı, memleket sevgisi doğrultusunda yaşamışlardı. Öyle tasarlamışlardı yaşamlarını ve öyle yaşamışlardı gerçekten. Peki bozuk giden neydi? Birçok şey neden bozulmaya başlamıştı? Başta Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekten onu anlayarak takip eden insanlar olmak üzere neden bu insanlar hayal kırıklığına uğramıştı? Biraz bunu soruşturdum, bunu soruştururken kendi ailemin tarihçesinden yola çıktım. Kitaptaki ana figürlerden biri benim annemden ilham alınmış olan Vicdan’dır; adını da özellikle Vicdan koydum. Çünkü o cumhuriyet devrimcileri böyle insanlardı… vicdan doğrultusunda yaşıyor, çıkar ve iktidar hırsıyla değil.
   
   
   Emine Gürbüz: Son olarak “Açıkoturumlar Çağı”na bu adı veren sebepler nelerdi. Roman 1994 - 1998 döneminde geçiyor bu dönemi neden tercih ettiniz?
   
   Erendiz Atasü: Biliyorsunuz biz şimdi çok konuşan bir toplum olduk, ama hiç birbirimizi dinlemiyoruz. Herkes konuşuyor sadece… Televizyonlarda bakıyorsunuz aynı görüşü farklı sözcüklerle tekrarlıyorlar, belirli kişiler geliyor ve bir demokrasi havası yaratılarak sahte tartışmalar yapılıyor. Bu maskeli balodan başka bir şey değil, özellikle yakın televizyonculuk tarihimiz böyleydi. Böyle bir döneme girdik. Halkın yararına, gerçekten özgürlüklerin yararına, refahın genişletilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması adına gibi alanlarda hiçbir şey yapılmıyor, tam tersine gidişler yapılıyor. Ama bir sürü laf kalabalığı ve bu laf kalabalığı tersine gidişleri örtüyor. Böyle bir dönemi ben yansıtmak istedim. Gene orda da yükselen İslam’ın bendeki acısı var, gene ayrılıkçı şiddet hareketlerinin hırpalayıcılığı var. Böyle bir döneme sıkışmış olan vicdanları temiz, çıkarcı olmayan birkaç insan anlatılıyor o kitapta toplumun muhtelif kesimlerinden. Kitabı okuduğunuzda göreceksiniz ki, onlar ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyorlar eskilerin deyimiyle. Onları ne kendilerine kemalist diyenler benimsiyor, ki cumhuriyetçi insanlar olmalarına rağmen; ne de ikinci cumhuriyetçiler grubuyla yakınlıkları olmasa bile onlar tarafından kabulleniliyorlar. Velhasıl dünyanın her tarafında böyle midir bilmem ama, dürüst ve çalışkan insanlar ülkemizde yalnız bırakılıyor. Sizin gibi gençlere bunları söylemekten de üzüntü duyuyorum… Ama bu bizim gerçeğimiz. Bunu bilerek davranın, iki yüzlü olun demiyorum; tabii ki kişiliğinizi muhafaza edin ve ödün vermeyin mümkün olduğunca ama bunu bilerek davranın. Çünkü bilmeden davranırsanız daha çok acı çeker, daha çok hırpalanırsınız. Belki sonunda da roman yazarsınız!
   
   
   Emine Gürbüz: Çok güzel bir tespit… teşekkürler bu güzel sohbet için.
   
   Erendiz Atasü: Ben teşekkür ederim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder