22 Kasım 2011 Salı

tahtakurusundan rüyalar




   dokunduğum tahtakuruları ölmüyor
   elimde seçilemeyen bir rengin kan kokusu
   yatağım eksik ve uykusuz yalnızlığım
   şükrediyorum alışılmış ayrılıklara
   terinle abdest alıp kuran okuyorum
   çığlıklarımı duymuyor kimse
   
   bırakılmış dinlerin kaybolan duası
   bu cinayeti siz sahiplenin
   denizler bilmez özgürlüktür acı suçlular için
   evimden sıcak cehennem, bu yüzden korkmuyorum
   
   hayır tahtakurusunu ben öldürmedim
   kıyısında yatağımın duruyordu öylece görmüştüm
   kanadı kırık ilaheler not alıyordu düşlerimi
   gözümü kapatıp savuşturuyordum düşüşlerimi
   gittiğini fark etmedim bile
   elimdeki kan kokusunu fark edince
   abdest alıp kendimle
   namaz kıldım
    
   bağışladım elbette yaptıklarını
   boğazımda bıraktığı yarım nefesi bile
   içime sakladım
   özledim şimdiden keratayı
   şimdi gelse de bütün yatağımı yese keşke


31 Ekim 2011 Pazartesi

Başlangıç


mevsimsiz bekleyişlerim,
sığındım ıssızlığına kalabalığın.
neden sonuç ilişkilerinin sıradanlaştığı
bağlamlardan önceydi, sessizdim.
sonrasında kustum tüm cümlelerini ruhumun
-ki bıkkınlığın içimden çıkmak için zorladığı günlerdi
savrululuşları görmüştüm, anlatılanlarda vardı üstelik
ben onlardan değilmişim, anladım.
başka dağılmaydı benimki
bayalaştıkça çoğalan sinsi körelişler
 içimde tuttuğum gözyaşlarının biriktirdiği düşleri
isimlendirememiş olmamın cahaleti
büyümek yada büyüdüğüne inanmış olmanın karamsarlığı
hatta gölgesiydi yaşam.

bundan, bundan ibaret diyebilmek için
sınırlarını çiziyorum çökmelerin
herhangi bir uçurumun herhangi bir köşesinde
yıldızları sayan ve hatta sahiplenerek avunan büyük birileri
küçük prense rağmen
içiyor olmamdan utanarak içiyorum çoğu zaman
sarhoş bile olmuyorum üstüne üstlük
unutamıyorum içimi kanatan derdimi

bazen yağmur yağıyor
arada sırada  esiyor rüzgar
bazense sıcak bir durgunluğu var havanın
kar yağdı örtmedi toprağı
kapısına kilit vurulan arka bahçede
turuncu çiçeklerde gördüm
bilmiyorum ömrümün hangi mevsimindeyim
denizin kokusu burnumda
sil baştan yaşamayı öğütleyen o mavi beyaz ıslaklığın
uzağında kaldım seziyorum.
cesaretsizliğimdendir elbet
korkudan değil. bu iyi
anlatacağım her anını
sevgili okur umut edelimki mutsuzlukla bitip
üzmesin bu uzayan şiir hiç kimseyi

13 Ekim 2011 Perşembe

Nilgün Marmara – “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır”

Nilgün Marmara – “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır”
Emine Gürbüz
“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm / Azımsanamayacak denli ölüyüm... Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek... Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye."
   1958’de İstanbul’da doğdu Nilgün Marmara. Kendini büyütmeye çalışan küçük bir çocuktu ki elleri büyüdü. Ortaokul, lise derken geçen zamanın acıyı içine sindirmek istercesine ağır ağır ilerliyor oluşu boğmaya başlamıştı belki onu. Boğaziçi Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamlamak için yaptığı bitirme tezi ona kırgınlıklarından kurtulmak için yol gösterici oldu. Başka seçenek var mı diye sormadı ölümü seçen Sylvia’ya…
   
   Bitirme tezinde intiharı seçen ünlü şâir Sylvia Plath’ı inceliyordu. Şiirlerini, yaşamını inceliyor ve şiirlerinden çeviriler yapıyordu. Şiirler yazıyordu Nilgün Marmara, intihar kokan şiirler yazıyor “yaşama karşı ölüm” diyordu. Çeşitli dergilerde yayınlıyordu şiirlerini ‘Beyaz’, ‘Deniz Atı’… Sylvia Plath’ın şâirliğiyle intiharını ayrı tutmadığı ve bir bütün olarak incelediği tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”ni tamamladığında Nilgün Marmara için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Plath’ın bireyin yalnızlığı ve var oluş sorunları üzerine olan bakış açısı onu fazlasıyla etkilemişti.
   
   “Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden Mezun olmak İçin Gerekli Koşulları Kısmen Karşılamak Amacıyla Teslim Edilmiş Bir Tez – Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden kavrayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.”
   
   Şiirlerinde bireyin düşle gerçek arasında sıkışıp kalan kırgınlıklarını işliyordu. Süregelen şiir geleneğinin dışında kendine has üslubuyla yaşamı, ölümü irdeliyordu. Çok sevdiği şâirin yazgısını düşünüyordu sürekli ve vazgeçti Nilgün Marmara… 13 Ekim 1987’de henüz 29 yaşındayken Kızıltoprak’ta, denize ters yönde, bir çığlık bile atmadan kendini altıncı kattan bıraktı.
   
   
   Kimdi o kedi, zamanın
   eşyayı örseleyen korkusunda
   eğerek kuşları yemlerine,
   bana ve suçlarıma dolanan?
   
   Gök kaçınca üzerimizden ve
   yıldız dengi çözüldüğünde
   neydi yaklaşan
   yanan yatağından aslanlar geçirmiş
   ve gömütünün kapağı hep açık olana?
   
   Yedi tül ardında yazgı uşağı,
   görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
   ve bağlanmıştır körler
   örümcek salyası kablolarla birbirine
   sevişirken,
   iskeletin sevincini aklın yangınına
   döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.
   
   Yine de, zaman kedisi
   pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
   çekerken beni kendi göğüne,
   bir kahkaha bölüyor dokusunu
   düşler marketinin,
   uyanıyorum küstah sözcüklerle:
   
   Ey, iki adımlık yerküre
   senin bütün arka bahçelerini
   gördüm ben!

   (Düşü Ne Biliyorum)
   
   

   
   Kendinden sonra gelen edebi oluşuma izlerini bıraktı. Lale Müldür, küçük iskender, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz, Ece Ayhan, Gülseli İnal ve Serdar Aydın gibi şâirleri derinden etkiledi. Özellikle, Ece Ayhan… Ece Ayhan için ayrı bir dünyaydı Nilgün Marmara. Onu tanıyan bütün şâirler için özeldi. Cemal Süreya’nın Zelda’sıydı. İlhan Berk’in Büyük Nilgün’ü, ama Ece Ayhan’ın intiharından sorumlu tutulduğu sıra arkadaşı olarak betimlediği sevgili Nilgün’üydü. Bugün bile A’dan Z’ye Ece Ayhan hazırlandığında neden intihara teşvik suçu yazılmamış diye haykırılan Nilgün’ü… Cezmi Ersöz bu olaya bakışını ve Ece Ayhan’ın suçlamalara tepkisini şu şekilde anlatıyor:
   
   Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece
   benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan,
   şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o...
   Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip
   büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı
   okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda
   vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu
   çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi.
   Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece
   Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir
   gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti.
   Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o
   narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu
   intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu
   suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde;
   'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği
   içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar
   etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan
   arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri
   yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve
   arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından
   aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama
   sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana
   yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor...

   
   Buket Uzuner’in yazdığı günümüzün önemli eserlerinden biri olan “İki Yeşil Su Samuru” bana hep Nilgün Marmara’nın etkisinde yazılmış gibi gelmiştir. Belki kahramanının Nil olarak anılması, belki Nilgün Marmara’dan alıntılar yapılmış olması, belki de intiharı konu alıyor olmasıdır böyle düşünmeme sebep olan. Çocukluğumda okuduğum bu kitapta yer alan şu satırları hiç unutmadım:
   
   “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi. Yiten bu işte!”
   
   Ve hiç unutamadığım bir şiiri de vardı “İki Yeşil Su Samuru”nda, bu şiir Nilgün Marmara’dan okuduğum ilk şiirdi:
   
   Unutuş bir kaynak olmalı
   Yeni’yi her an’a yaymak için
   Ben sana olmalıyım
   Bana ben bir kaynak
   
   Görüyorum geç, kıyım çok yakın!
   Biliyorum artık mut uzaklığını
   Sen yüzümü götürmüyorsun
   Kendi gözünü bile!
   
   Gerçek bilirsin, diyoruz
   Düz, eğri, çapraz ya da değirmi
   Güzeldir açığa çıkışı yüreğin,
   Sen bil ki, ben seveyim. ”

   
   Sonuç olarak düşerken şiirini ve etkisini yanında götürmedi Nilgün Marmara. Bugün şimdi yazılmış gibi sıcak şiiri önümde ve gölgesi olacaktır benliğimde… birçoklarının benliğinde. Tezinde yer alan “Sanatsal Yaratımla İntihar Arasındaki Bağıntı: Sylvia Plath, Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratıyor?” bölümüne cevap arıyordu Nilgün Marmara. Sıkışmak ağırına gidiyordu onun, özgür olmalıydı ve özgürlük için atladı. Pencere tutsağı olmamak için…
   
   Ilık bir süzülüşle
   Geri dön hayat,
   Bırakma yeryüzü salına
   tünemiş pek kara kuşlar
   Örtsün bakışımı,
   Görmek acısı sürsün
   pencere tutsağının
   Düşsün hayatı suya...

   (Cam Kelepçeye Evet)
   
   Nilgün Marmara’nın ölümünden sonra şiirleri “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” (1988) ve “Metinler” (1990) , günlüğü; “Kırmızı Kahverengi Defter” (1993) ve tezi “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” (2006) olarak yayınlandı.
   Şârin “Kırmızı Kahverengi Defter”deki biyografisi sadece “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” cümlesiyle ifade edilmiş olmasına rağmen hakkında çok şey yazıldı, bunlardan bir kaçına yer vermek istiyorum:
   
   
   Ece Ayhan Nilgün Marmara Üstüne Sekiz Soru İki Görüş
   
   1. Nilgün Marmara, "korkunç kokular saçan, renk cümbüşü içinde, çekiciliği kavranamaz çiçekli yolların, sürekli kuşkucu yolcusu" mudur sizce? Nereye, nasıl ve kimle gittiği belli olmayan bir yolcu mu?
   
   2. Nilgün Marmara'da, yaşamla ölüm arasındaki o yerin, o noktanın bakışımı, günle gece arasındaki, diyalogla monolog arasındaki o yer, o nokta mıdır?
   
   3. Nilgün Marmara'nın şiirinde, dış dünyayla bir ilk karşılaşma, tanışma heyecanı ve bir o kadar da yorgunluğu olduğunu söyleyebilir miyiz?
   
   4. Tekrarın getirdiği sonluluk ile oluşumunu tamamlamayan an'lardan oluşan (oluşamayan) sonsuzluk arasındaki çekişmenin Nilgün Marmara'nın şiirinde bir karşılığı var mı?
   
   5. Nilgün Marmara'nın şiirinin dinamiğini oluşturan ruh durumu (ya da ruh durumları) ile yazı arasındaki ilişki sizce nedir?
   
   6. Nilgün Marmara'nın özel hayatına, şiirle olan ilişkisine dair anılar ya da birtakım diyaloglar hatırlıyor musunuz?
   
   7. Nilgün Marmara'nın şiirinde, Türk ve Dünya şiiriyle-şairleriyle birtakım etkileşimler sezdiniz mi?
   
   8. Şair-şiir ve "intihar duygusu" üçgeni içinde sizin için ilk elde beliren çağrışımlar neler olabilir?
   
   Bütün soruları birleştiriyorum. Karşılıkları da öyle olacaktır:
   
   (Her anlamıyla, evet) Güzelim Nilgün Marmara’nın, geçici bir heves de olsa, tele oğlanların yakınına düşmesi herhalde hiç hoş bir şey değildir. Ama çok şükür, 128 Nilgün Marmara bizim gönlümüz gerçekliğinde orada, o mezarlıkta yatmıyor!
   
   Ve Ege denizlerinin derin yerlerle sığ yerler arasındaki tuhaf bir mavilikte olan gözleriyle Nilgün Marmara, yıllar öncesinin Miss Lou’su gibi: “Bana lütfen çiçek göndermeyin” diyor “Benim kendi çiçeklerim var!”
   
   Haklılığın inadıyla apaçık yazıyorum ki, Nilgün Marmara uçsuz bucaksız sivil şairlerden biridir. Belki de en önde geleni. Sözgelimi, kendi kuşağı rahatça onun adıyla anılabilir.
   
   Nilgün Marmara'nın şiirleri, yabancı etki aranıyorsa, en çok Dylan Thomas çizgisi vardır denebilir. Anglo-Sakson şiiri! (‘Milkwood’un Dylan Thomas’ta ne anlama geldiğini bulursanız, bir ipucu yakalamış olursunuz.)
   
   Nilgün Marmara'nın Kızıltoprak'ta, denize ters yönde, bir çığlık bile atmadan kendini 6. kattan aşağı bırakması üzerine ben ne söyleyebilirim ki. Kağan Önal, Perihan Marmara ve arkadaşları Gülseli inal, Mustafa Irgat, Emel Şahinkaya, Seyhan Erozçelik, Cezmi Ersöz, Ahmet Soysal., konuşabilirler bakın.
   
   Cihat Burak, pahasının sonucu için, kaç kez sormuştur bana “Ama niye?”
   Cemal Süreya hiçbir şey sormamıştı.
   Nejat Bayramoğlu ise “Bizim hiçbirimizin yapamadığı şeyi yaptı kız” demişti.
   işte ancak bunları, bunları diyorum. Bu kadar…
   
   
   Ece Ayhan – 128 Nilgün Marmara
   
   Önce, Nilgün Marmara’yı herkesinki gibi değil de kendine özgü ve çok değişik morumsu renkte bir giysiyle, bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveni’nde oturmayı seçen çok tuhaf bir öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci olarak düşündüğümü söyleyeceğim. Sırası belki önlerdedir ama kendisi en arkalarda bulunmayı sever. Her zaman da sınıfı geçmiştir. Ve sanki aynı sınıftayız ve belki de aynı sıradayız. Nilgün Marmara ile 1987 Ekim’inin 13’ünde, kendisi daha 28-29 yaşında gencecikken İstanbul’da, Kızıltoprak’ta, en ufak bir çığlık bile atmadan korkunç ölümünden sonra da! Herhangi bir ikirciğe düşmeden, hiç çekinmeden şunu diyorum: “bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacaktı.” o nedenle de yazımın başlığını şiirdeki gibi “128 Nilgün Marmara!” koydum. Hatta kendisine “aldırma Nilgün Marmara!” bile demiştim ölümünün hemen ardından yazdığım bir yazıda. Öyle güzel ve öyle yetkin bir şairdir ki Nilgün Marmara; kimi insanların, yine işin özünü filan bilmeden, küplere nasıl bineceği beni artık hiç ilgilendirmiyor! Başka türlüsünü yapamazdım ve başka türlüsü de elimden gelmezdi zaten. Sivil şairlerden ünlü İlhan Berk, Nilgün Marmara’ya Bodrum’dan Kızıltoprak’a yazdığında hep “büyük Nilgün” diye yazardı kartlarında ya da mektuplarında. Nilgün Marmara’yı edebiyat arastasına ya da şiir çevresine İlhan Berk tanıtmıştı. Yine sivil şairlerden gerçekten de ilginç ve özgün Cemal Süreya da Nilgün Marmara’ya, Amerikan yazarı Scott Fitzgerald’ın çılgın karısının adı olan “Zelda” derdi. Cemal Süreya’nın 1991’de yayımlanan “999. gün: üstü kalsın” günceler kitabında da Nilgün Marmara, zaman zaman, “Zelda” diye anılır. Amerikan caz çağını çağrıştıran bir kullanıştır bu... Nilgün Marmara gibi güzel, hem de çok güzel, garip ve ilginç bir şairin yampiri ve yamuk dünyada, bir bakıma, kısacık bir ömrü oldu. Hani büyük kanatları yüzünden uçamayan albatros deniz kuşu gibi! Nilgün Marmara, sözlüklere ve ansiklopedilere yazılırsa, 13 Şubat 1958’de İstanbul’da, Kadıköy’de doğdu. 13 Ekim 1987’de yine İstanbul’da, Kızıltoprak’ta öldü. O kadar ya da bu kadar. Kadıköy maarif koleji’nde okuyuşu, Boğaziçi üniversitesi İngiliz filolojisi’ni bitirişi ve öğrenimini bitirirken seçtiği tezinin, intiharı yeğlemiş Sylvia Plath üzerine olması. Bu kör bir rastlantı mıdır bilemeyiz? Hani denizin, özellikle de Ege’de denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasında açıklanamaz ve değişik bir mavilik vardır. Evet, işte Nilgün Marmara’nın gözleri de öyle bir renkteydi. Resim boyası satan kırtasiyecilerde bile böyle bir maviliğe rastlayamazsınız. Velhasıl Nilgün Marmara gerçekten kusursuz denenebilecek bir güzellikte, “marjinal” de denebilecek ve sahicilikte eşsiz önemde bir şairdi. Ve gittiği Libya’da da (tobruk) şiirler ve metinler yazdı. Libya’dan sonra uçtuğu Avusturya’da, Alpler’de doğrusu ya şiirler yazıp yazmadığını bilmiyoruz şimdilik. Ama şiirin şu ya da bu biçimde peşini hiç bırakmadığını ben biliyorum. Gerek dünya, gerek Türk şiiri açısından. Hayatının son yıllarında; İlhan Berk’i, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, Cihat Burak’ı, Turgut Uyar’ı, Edip Cansever’i ve özellikle de Cemal Süreya’yı kişisel olarak tanımıştı. Şairlerle hep şiirden ve şiirlerden hep konuşurdu. Yeni şairlerden Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Günseli İnal, Cezmi Ersöz, Turgay Özen, Mustafa Irgat... arkadaşlarıydı. Kendisini, özellikle Anglo Sakson şiirinde de sıkı yetiştirmiş olduğu konuşmalarında belli oluyordu. Ölümünden sonra, Sylvia Plath’dan birkaç şiir çevirisi çıkmıştır çeşitli dergilerde. Ölümünden az önce ‘Beyaz’ ve ‘Şiir Atı’ dergilerinde birkaç şiiri de yayımlamıştı. belki de kendisi ile yaptığım bir söyleşinin bir bölümünü gösteri dergisinde yayımlamıştım. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” 1988’de ve “Metinler” adlı düz şiirlerini içeren kitabı da 1990'da şiir atı yayıncılık tarafından yayımlanmıştı. Ve her iki kitap da hemen tükenmişti. Şimdi artık gençler, kendine âşık uzamış yeni panco’lar bile Nilgün Marmara’yı erişilemez bir “Mit”,unutulmaz bir simge ya da (Türkçe söylersek) bir “söylence” olarak çılgınca ve gerçekten de seviyorlar.
   
   
   Yılmaz Odabaşı – “Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır” Diyen Marmara’nın Nilgün’ü
   
   Şair intiharlarına övgüler dizilmesine karşı çıkarken, yine de Pavese’nin, “Kendini öldürmek konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur” dediğini de unutmayalım. Şairse, ürettiği şiirse eğer, yaşarken olduğu gibi, öldüğünde de şairdir... Demek istediğim, intihar, şair olmayanı şair yapmaz, yapamaz, yapmamıştır da... Nilgün Marmara'yı hiç tanımadım; onu şiirlerinden biliyorum. “Kırmızı Kahverengi Defter” adlı kitabındaki biyografisi şöyle yazılmıştır: “1958’de doğdu; yirmi dokuz yıl sonra yeryüzünü terk etmeye karar verdi” İşte bu kadar kısa, yalın bir biyografisi var onun... Fotoğraflarındaki güzel yüzünü alıp gitmiş bir şair imgesidir Nilgün Marmara... Cüreti, güzelliği ve şiirlerinde en olmadık yerlerde ortaya çıkan imgeleriyle bende hep bir hayranlık duygusu uyandırmıştır. İntihar, hayatı yâdsıma halinin en son durağıdır; yâdsıma limitini tüketmiştir çekip giden... Kimileri “hayatın neresinde kalırsan kârdır” diyerek yaşamak için haklı gerekçelerini kullanır ve kalırken, kimileri de Nilgün Marmara gibi “hayatın neresinden dönülse kârdır” diyerek, ölmek için haklı gerekçelerini kullanır ve giderler... Kalmak, bir tercihse, elbette gitmek de bir tercihtir... Düşünülürse, herkesin yaşamak için de, ölmek için de her zaman haklı gerekçeleri vardır; kimileri gerekçelerini hiç düşünmeden, kimileri bilmeden, kimileri de bu gerekçelerinin ikisinden birini bilerek, kullanarak yaşar ya da ölür... Zaten uzayın yaşına göre komiktir insanın yaşı; çoğu zaman intihar, ölümü biraz öne almaktır sadece. Bu yüzden intiharlara ağıt yakanlar, çok değil, en fazla otuz-kırk yıl sonra arkalarından ağıt yakılacaktır. Bu yüzden ölülere ağıt yakanların, kendileri sanki dünyaya kazık çakacakmış gibi durduklarına aldanmayın. Bir Fransız atasözü, “Bütün mezarlıklar, kendilerini vazgeçilmez sananlarla doludur” der. Onlar da değil o gün, herkes gibi daha doğduklarında ölüme yazgılıdırlar. Ölmek için, önce doğmak gerekir; doğmayan biri ölebilir mi? Bu yüzden her doğum, bir ölümdür de aslında... Doğmakla birlikte ölmeye de başlarız; her gün biraz daha, her gün biraz... Nilgün Marmara’nın şiirlerinde, onun evreninde gezinirken düşünüyorum da, böylesi uç duyarlıklarda gezinen, “hayat” ve “insan” için böyle acı sözler eden bir şairin, hayatla barışık olması da mümkün değilmiş zaten... Ece Ayhan, “Nasıl ki İsmet Özel, ‘Cumhuriyetle yaralı’ ise, Nilgün Marmara da ‘dünyayla yaralı’ idi” diyor... İntihar eden şairlerin, okurların ilgi odağı olabildiği bu ülkede, yinelenmelidir ki ölüm, şair olmayanı şair yapmaz; yaşarken yazdıkları şiirse, öldüğünde de öyledir. Değilse değildir ama! Yaşasa da, ölse de şair olan Nilgün Marmara’nın “Kırmızı Kahverengi Defteri”nin sayfaları arasında geziniyorum: “Bir yaşamın bir düşe eklenmesiyle, bir düşün bir yaşamdan çıkarılmasının hiçbir ayrımı yok” derken, yukarıda sözünü ettiğim “hayatı yâdsıma” ya somut bir örnek veriyor. O, yadsıdığı içindir ki, “yaşamın düşe eklenmesi ile bir düşün yaşamdan çıkarılması” umurunda değil; “ayrımı yok” diyor zaten... Çünkü düş oldukça peşi sıra insan da! Yaşayanlar, yani yadsımalarının dozajını daha minimum tutanlar biliyorlar ki, yaşamın sayfaları düşsüz aralanamıyor... İlle de düş eklenecektir ki yaşama, günlerin eteğine tutunsun insan... Ayrımı kalmadığında ise, elbette çekip gitmektir kalan... Eski okumalarımdan anımsıyorum: Mayakovski’nin, “yaşamın yeni bir şey olmadığını” söyleyen son şiirini bırakıp intihar edişinin ardından, Yesenin de ona bir anlamda yanıt veren şiirinde, “ölümün de yeni bir şey olmadığı”nı yazıyor, ama o da yaşamına intiharla son veriyordu... Çoğu yazın adamı için yazmak, acı çekmenin bir başka biçimidir; çünkü yazanın tanıklığı da, sanıklığı da çokça acının güzergâhıdır... Şairin kendi iç sarsıntılarına hayatın sarsıntıları bulaştıkça da ortaya genellikle iyi dizeler çıkar... Hayat ise, şairin bütün duyarlığını, kılcal damarlarına dek her şeyini pupa yelken şiire bıraktığı o ‘an’ lardaki gibi naif, zarif yaşanmaz; katı, hor ve inciticidir hayat... Bu yüzden yaşadıkça yaralanılır, yaralandıkça da yazılır... Kendi adıma ben böyle yaşıyor, böyle yazıyorum; bu yüzden bildiğim de böyle oluyor... Neyi biliyorsan o vardır zaten... Pavese der ki: “Bir insan acı çekiyorsa, başkaları bir sarhoş gibi davranır ona. Hadi, kalk bakalım, yeter artık!” Oysa duyumsanarak, hak edilmiş, öyle gerekmiş veya gerektirilmiş biçimde çekiliyordur acı; bir insanı acıdan kaçırarak, ona kendini kandırması, yüzleşmesinin ertelenmesi neden, ne hakla önerilir? Sevinmek de bir insanlık haliyse, ona neden engel olunmaz o halde? Nilgün Marmara’da acı çekerek yazmış, yaşamış ve kendini alıp yitmiş şu kısa yeryüzü konukluğundan... Herkesin acısını sorma, ifade etme biçimi üslubuyla, bilinciyle orantılıdır; herkes kendi diliyle sorar acısını... Biçimde, içerikte benim şiir anlayışımla, acıyı sormamla, sorgulamamla Nilgün Marmara’nın ki doğrusu çakışmıyor, ama onu anlıyor ve üstüne üstlük onunla boynumuza borç sayıldığı üzere acının hesabını sormak, onu sorgulamak fikrinde buluşuyorum. O da kendi diliyle sormuş: “Acının ilk pazarı bitimsiz yer sarsıntısı. Dönüşsüz ve yaygın. Bu sarsıntıda ruha hiç pencere açılmaz; sökülen yerlerinden edilmeye çalışılan gölgelere, göllere! Göt laleleri bu güzellikler! Nedir bu rezillikler?” Nilgün Marmara’nın bende bıraktığı hayranlık duygusunun peşinden giderken, hakkında pek fazla bilgi edinemedim. Bir gün Cezmi Ersöz’ün evinde güzel bir fotoğrafına rastladım; hüznün ve şiirin bir kadın yüzüyle muhteşem buluşmasıydı onun bütün fotoğrafları... Bir de, ölümünden önce Mine Urgan’ın oğlu Mustafa Irgat’ın sevgilisi olduğunu öğrendim... Yaşasaydı, sanırım ben de her şeyi göze alarak o yüzdeki şiirin ve hüznün peşinden giderdim... 1987’de onun intiharından sonra, 1995 yılında Mustafa Irgat da bir trafik kazasında yitirmiş yaşamını... Onun da “Ait’siz Kimlik Kitabı” adıyla yayımlanmış bir şiir kitabı var. İkisini de kısa biyografileri ve şiirlerinden örneklerle “Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi” adlı çalışmama burkularak almıştım. İşte Nilgün Marmara, bir kadın, bir şair ve bir cüret güzelliğidir... Gündelik hayatın sığ sularından diplere, en diplere açılmış ve acının dip kısmında vurgun yemiş o güzellik, “hayat” demiş: “Hep yüzünle seviştik, tersinin hatırı kaldı...” A. Camus gibi “Tersi ve Yüzü”nü yazmış, öyle bakmış, rest çekmiş! “Kıyamet koparken bile fidan dikiniz” diyen Nilgün Marmara’yı, yaşamın onu dışına, ötesine iterek aldattığını düşüneceklere demeliyim ki, belki de ölerek o aldatmıştır yaşamı, ne dersiniz? Belki bu yüzden geride platonik aşklara çok uygun bir imge de bırakmış... Geride bir “Kırmızı Kahverengi Defter” kalmış. O, “göğünü yitiren bir yıldız gibi” kalmış; oysa bizler, hâlâ yıldızlarını yitirip duran gök olduğumuzu sanıyoruz...
   
   

   
   
   Ece Temelkuran – Küçük Satırlar
   
   Kendisini tanımayanlardandır, Nilgün Marmara. Kendisini hiçe sayanlardan, yok kabul edenlerden, görmeyenlerden. Yağmurda yürürken ıslandığını değil, küçük su taneciklerinin nasıl toprağın göğsünde masumca öldüğünü düşünenlerdendi. Arabaların gürültüsünü lanetlemek yerine, bu gürültüye eşsiz bir sabırla dayanan yeryüzünün sükûnetine hayrandı. Kırılmalarla geçen aşkın sonsuzluğunu düşünürdü. Büyüyemeyenlerdendi, hep çocukluk yaşayanlardandı.
   
   Az zamanda her zamanı dolduracak kadar yaşamak bir mutluluktur. Kendi zamanının çekilmezliğinden korksa da, en büyük tehdit kendisi olarak çıkar karşısına Nilgün’ün. İnsanın kendisine alışması ömür boyu bitmeyen bir uğraştır. İnsan en çok kendisinden çeker, hayatta. Gölgemiz dışımızdan, kendimiz içimizden takip ederler bizi. Üzerler, gülümsetirler, kırarlar, küfrettirirler, beğenemezler kolay kolay, ama hiçbir zamanda bırakmazlar salt yalnızlığımızla baş başa.
   
   Kendisini bilmeyi bilmek, insanın en büyük saçmalığı. Bilinmeyeni bilmek, bilinmezlikle denenmek deliliği. Bilen olarak bilimle kendinde bilmenin bilinçsizliğine bırakılmak deliliğin tutkulu güldürüsü ve trajedisi. Aklın aklı, akılsızlığı akılsızlığına karşı. Ve akılsızlıkla denenen akıl, akılı akılsız yapmakta. Trajedinin komediye, ve tersine yapılan anormal atlamalar. Normallik için insan sınırda tutulmakta, ip cambazı gibi. İpten düşmek ölmektir, ipten sarkmak hastalık. Kendimize, kendi ellerimizle yapılan bu işkence, kendimizi bilmenin bilinemezliği ile son bulmakta. Akılımızın akılsızlığımızı ak çıkarıp bize karanlığa gömmesiyle bitmekte.
   İnkâr etmek, göz göre göre bitirilmek saldırılarıyla baş edebileceklerin başaramadığı tek şey. İnkâr etmek sonuçsuz kalmak, yorulmaktır. Hiç geçmeyen günlerin sürekli aynı sayısını tekrarlayarak bitkin düşmek, ölümü dayatır. Ve dalıp gideriz sonsuzluk uykusuna.
   
   Kalp Yiyen
   
   Çölde
   Bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi
   Çömelmiş oturuyor
   Yüreğini ellerinde tutuyor
   Yiyordu.
   Dedim ki: “Tadı güzel mi dostum?”
   “Acı, acı”, diye karşılık verdi;
   “Ama seviyorum
   Çünkü acı
   Ve benim kalbim” (H. Crane)
   
   Tombul ve sıkış tepiş egolar arasında ya da botokslu benlikler kenarında bazen boğuluyorsan eğer, üstüne yığılıyorsa o gürbüz “Ben! Ben! İlle de ve özetle ben!”ler... Bu dünyanın tek yangın merdiveni şiirdir. Çünkü şair kişi, “Ben hiç kimseyim!” (Emily Dickinson) deyip üzerinden insan ağırlığını alabilendir.
   
   “Ben sadece atan bir kalbim” (Proust) deyip tül gibi hafif, geçip yanından sadece ürpertebilendir. “Ama sizin adınız ne / Benim dengemi bozmayınız” (Turgut Uyar) deyip aniden, senin o yaldızlı, staras taşlı, süslemeli, oymalı, kakmalı egonun altındaki kilimi çekip seni tepetaklak yere serebilendir.
   Bütün bunları yapabilmesinin tek nedeni “acı bir kalbi” olması ve şair kişinin durmadan kendi kalbini yemesi, tükendikçe kusup kalbini yeniden yemesidir.
   
   Nilgün Marmara, “Sanat ve Bilim Fakültesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun olmak için gereken koşulları kısmen karşılamak amacıyla teslim edilmiş bir tez”... Şair Nilgün Marmara’nın tıpkı kendisi gibi intihar etmiş, tıpkı kendisi gibi güzel bir kadın şair olan Sylvia Plath'ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi üzerine 1985’te yazdığı tezin başında böyle diyor. Tez, Everest Yayınları'ndan kitap olarak çıktı geçen günlerde. Marmara, kendi intiharından iki yıl önce, kendi çizdiği kaderin “analizini” yaparken akademik olarak, ne yapıyordu acaba?
   
   Nilgün Marmara da kendi kalbini yiyen kadınlardan biriydi. Dayanamayıp burada kalmanın yüküne, gidiverdi. Hep öyle düşünürüm intihar etmiş şair kadınlarla ilgili:
   Muhtemelen aramızdan gidiverenler, kalplerini yemekte yeterince usta değildiler. Zira acı çekmenin de bir erbaplığı vardır. Öyle kana kana içersen kendini, zehirlenirsin kendinden. Profesyonel bağımlılar gibi ince ayarını yapmalısın bu işin. Erken yaşta gitmemek, bu yeryüzünden doğmuş olmanın intikamını yeterince alabilmek için yaşamalısın oysa.
   
   Can Yücel gibi sunturlu bir küfür savurabilmek için lameli egolara ve balon ben'lere bu dünyada yeterince uzun süre kalmalısın. Bunları düşündüm Marmara'nın tezini okurken. Sonra açtım Birhan'ın "Cinayet Kışı+İki Mektup" kitabını "Saf Sabır" şiirini okudum, kış biterken:
   
   sardunyalarla konuşarak çoğalttım
   aramızdaki ayrılığı
   sayarak çoğalttığım günleri tamamladım
   kirpiklerimin arasına çektiğim tülde
   yağmur durdu ve şimdi kış bitiyor
   oysa kimse yokmuş dışarda
   içim dışıma vuruyor
   sardunyalara su vermekle unutamadığımız
   şeymiş aşk:
   alnından bir günaydın gibi düşürdüğüm sabah,
   sağ yanımda unuttun keder.
   
   Şairler neden yerler kendi kalplerini? Acı olduğu için. Çünkü bir de kendi kalpleri değil mi?
   Başkalarının kalplerini yiyemeyenler, ne kadar ittirse de dünya, kimsenin canını yakmayanlar, yakamayanlar, bu dünyada hepimizin en fazlası sadece bir kalp atışı olduğunu bilenler, bu dünyadan en çok bir ürperme olarak geçip gitmek isterler...
   
   
   Cemal Süreya
   
   “Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi.
   Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel, ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
   Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.”
   
   
   NİLGÜN MARMARA ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER
   
   Beklemek
   taşıl kaygısı kaotik özlem
   neydi beklediğimiz ve gelecek olan
   salt acı
   sonsuz yeşil sonsuz gelişkin bir orman
   içinde göllerini nehirlerini çağlayanlarını
   gök kuşaklarını yitirdiğimiz kara sözcük
   yokluğun dayattığı doğurgan sözcük: acı
   bir deniz kızının uçma tutkusu
   belleğin unutuş çılgınlıklarında
   bilinmeyen organizmalar dönüştürürken
   bedenlerimizi duygularımızı ben'imizi
   çürüyorduk... kaçış yoktu... çıkış da...
   
   yeşil maytap patlatan sahte mesihin sözleri
   yalandı acımasızdı efendilerin belirlediği
   ölçtüğü biçtiği yaşattığı kendimiz
   umarsız öte benler nesneler
   ağlayın
   ağlayın ve kanayın
   yok olduğunuz irin zamanında
   
   
   Gökkuşağından Darağacı
   Şimdi'nin bedeni yok,
   Yontuyor geçmiş bilgisiyle
   gelecek belki olur diye taşı,
   taşını kokluyor
   yontu dağılıyor...
   
   Şimdi'si yitik
   bundan boyuyor
   boyuyor evine aldığı
   ağacın üzerine tüneyip
   duvarını, tavanını, geçmişi
   ve geleceği ve her yanını;
   dal kırılıyor...
   
   Şimdi'si yitik
   diziyor diziyor notalarını,
   göğe ışık üzerine boncuklarını,
   ucuza getiriyor varlığını
   sonsuzun sessizliğiyle
   sonlunun gürültüsü arasında,
   O bitirince kıyısında gezindiği
   yol çöküyor...
   
   Şimdi'si yitik
   bundan yazıyor
   yazıyor enine boyuna
   içini ve dışını ve yeri
   ve göğü ve suyu,
   bindiği kadırga
   o inince batıyor
   
   
   Manolya
   O zaman da aynı karanlık
   aynı yarasaydı,
   Manolya delirmezden önce.
   Büyükannemizin kocaman bakla bir evi,
   Uzun pencereleri vardı, sedirinde
   ölü doğmuş fareler pembeliği.
   Okurduk leziz balgamlı gazetelerini
   büyükbabamızın,
   Okşarken ve korkarken erkek anamızdan,
   Babamız bir gılman, pir şefkat,
   Acımızın cümbüşünde sarsak bir kukla,
   O yokuşta onursuz müezzin kuşları,
   Sabaha karşılar, akşama karşılar hep,
   Dizleri topunun diplerimiz olmuştu,
   Uzun uzadıya bir fener alayı...
   
   Karanlık aynı, yarasa ayna,
   bu eller bu yüz'den yıkandıktan,
   Manolya delirdikten sonra.
   
   
   Kan Atlası
   Emel’e
   “Ben babamın yuvarladığı
   çığın altında kaldım.”
   
   Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk
   her gün her gece eğer adasında,
   Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar
   sarmış bedenini çığlıklarken bunu
   su içinde...
   
   Karada, hançer suratlı abinin rüzgârında
   uçar adımları.
   Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu
   İçinden karanlık, tekrar ve ilenç
   sızdıran hayret taşında.
   Soruyor hatırasında, "sırtımda ve
   sırtında gezinen bu ürperti kim,
   bir damla süt yerine bu ağu kim?"
   ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara
   -boy atmış da salgıları,
   cücelmiş sezgileri-
   bir yanılgı rehavetinde debelenenlere...
   
   Ey, yüzleri
   bir babakuş gölgesine
   çakılmış olanlar,
   Üzgün adım, ileri marş!

10 Ağustos 2011 Çarşamba

oluş

buğulu bir göğü anlatıyor yüzün
bulutlara isyan eden volkanlar gibi
dağılışı simgeleyen püskürtülmüş söylenceler
yaramaz çocukların bile elini süremeyeceği
ısınmış ve yenilmiş acı

uzun zaman geçti kendimi dinlemeyeli,
seni düşünmeyeli asırlar geçti
tanrı lanetini almış üzerinden Dorian
görüyorum bunu inanıyorum üstelik, bağışladım seni
tükenişin tasvirini güzel yaparsın
bense ağlarım  işe yaramaz  hiçliğin kıyısında
anlamları yitik, ölü, dirençsiz
ve kimse bilmeden boğulmuş intihar satırlarıyla

dirilişin tarihini yazmadan okuyan zihninde
bir değer olsun varlığım yeter
sonsuzlukta kendini tekrar tekrar yaratan
her defasında yok olmuş
mahkumiyeti unutulmuş olan benim
taşıyorum üzerimde, alnımda, yüzümdeki her çizgide
herkes biliyor dışlandığımı
işaretlenmiş bir anathemayım işte

sustuğunda söz, durduğunda düzen
kırıldığında çark bir bakışlık huzur, bütünsel bir açı
kır saçlarında aklanmışlığın huzuruyla
gülümseyen bir adam olduğunu görebilmek,
değer olabilmek için yolcuyum
tinden töze.

Kan Tadı

şimdi soyunursam geceye
kadehini sahiplenirsem ve içersem kırmızısını
kırılılan tüm parçaları saplarsam en derine
kadın gözlerinde hırs,acı, bağıran bir ağlama duygusu
isyan artığı bir sessiz duyumsayış
suskunluğu bekler kopuk, kokuşmuş
kabullenmiş kirli gömleğini
bir adam!

adam sonra,
git gel inlemeler, yorgun
duyamaz olmuş fabrika sesinden sesini
bakmaya yüzü yok yüzüne
utanmış, ezilmiş, kaybettiğinden haberdar öyle
sahiplenirse kadehini gözlerinde yumruk
farketmiyor parmağından sızan kanı
nasırı açılmış acıtmıyor
yüreğinde hissiz bir baba öğüdü
-geçmiş geçmişte kaldı
oğlumda yok ki benim
olsaydı keşke
olsa mıydı?

hünerli kadın, açmamış bacağını kimseye
kiminsin dedilerse onun olmuş
onun olmuş mu bilmez
öfkesi nakışında, satmış onuda
satmış bir masa, bir duvar, boş bir mutfak karşılığında

şimdi soyunsam geceye
sahiplensem ve içsem kırmızısını
yüreğime saplanmış yüzlerce cam parçası
bulaşmış dudağıma bir adamın nasırının kanı
hırs, yumruk, acı işte acı
kalır öylece, tanıklık etmezki ay
ay aşık, sarhoş yıldızların güzelliğiyle
bakarsa bir kere yeryüzüne
sevişen insanlar görür
aşka inanır
inandırır herkesi

dilimde kan tadı
bedenimde cam
yalnızsın gecenin kimsesizliğinde
adam yalnız, kadın da.

5 Ağustos 2011 Cuma

açık

günler geçiyor…
ayın batışında kararan bir aydınlığa boğulurken zihnim
anlatamadığım kahırların savaşında ölür bedenim
sorgulardan çıkışlarım kan revan
aykırı dönüyor dünya
beni soran herkes düşman
aşkın tutuşturduğu ruhumu yele verdim
estikçe rüzgar eskiyor söylencelerim
kırılan şarap kadehlerinin içine düştü yıldızlar
orada öylece sönüyorlar
ben burada öylece sönüyorum

ölü kuşları gömüyor ellerim
hüzün kaplıyor gökyüzünü
uykumu kaybettiğim günden beri
keman sesini duyamıyorum düşlerimin
ve o müzizyen gelmiyor artık çay bahçesine
koltuğunun altında paramparça ettiği besteleri
dağılmış dört bir yana
ben dağılıyorum görmüyor kimse
tükenmek değil inciten
aradığım hiçbir şeyi
geçen onca zamana rağmen
bulamamış olmanın esareti
 böylesine bir tutsağım
kapatsam gözlerimi aldatılmışlığın bütün hisleri çökecek üzerime
kıskacında sakladığı iğnesiyle durduracak biri akan kanımı
kapatsam gözlerimi çiçekler açıyor sanacağım uçuşan beyazlıkta
hayalkırıklıkları getiren umutlar edineceğim belki
yani hani öyle derlerya açık gitti gözleri
öyle yani açık açık

deniz yoksulu

derin, soğuk, ıssızdır sokaklar
unutulmuş tüm eski evler
görmezden gelinmenin acısıyla yıkık
vazgeçmiş gibi sessiz, vazgeçilmiş kadar donuk
erken bir ölüm sarıldığım
tüm bana bakan pencerelere rağmen
tıkadım kulağımı kırılma seslerine
aşina değilim kanamasına ayaklarımın
kırmızı sadece sevinç anlatır derdi biri
kimdi ve hiç kan görmemiş miydi bilmiyorum

şimdi yastayım, arkasında renkli izler bırakan
siyah beyaz bir gölge
tüm yıpranmışlıklara sahip çıkan bakışlarım
yalnızlığına çare arayan
deniz yoksulu bir kimsesizlik sadece

yorgun değilim, uykumda yok üstelik
attığım her adım sarsıyor uzakları
yalancı bir öfke dolanıyor sonsuzluğun yüzünde
ulaşılmazlığını bilmezden gelerek
dalga geçiyor yuvarlandığım kuyularla
ıslaklığı hissettiğim sürece varım ben
bilmiyor henüz, ne kadar derine düşersem o kadar ıslağım.

Söyleşi: Feridun Düzağaç . Emine Gürbüz & Alper İlhan

  düşLE Edebiyat Dergisi: Merhaba, konser öncesi bizi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Sizi çok fazla yormadan, hemen başlayalım. Şarkılarınızın sözleri de müziği de iç dünyanızın aynası gibi. Hissedişlerinizin parıldayışına ve onların sanatsallaşmasına en önemli etki ‘siz’ misin?
   
   Feridun Düzağaç: İnsanların, kayıtsız şartsız kucak açtıklarına inanmak çok zor bu ülkede, şu yaşanan konjektürde. Benim için zorluk, ben bir amatör müzik dinleyicisiyken çok sevdiğim adamları dinleme şansını buluyordum ve o zamanlar müzik dinlemek ya da birilerini takip etmek kayda değer şeylerdi. Şimdi, uzaktan bakıldığında bana pek öyle gelmiyor -ki ben, benim dinleyicimi biraz, kendi dinleyicimle benzeştiririm. Çok tüketime dönük bir gençlik var ortada, hemen harcıyorlar ve bitiriyorlar. Geriye ne kalıyor, açıkçası ondan emin değilim. Benim için, yazdıklarımın ya da yazabildiklerimin ve yaptıklarımın bir ömrü yok ama, bu anlamda kimlere kalbimi açtığım noktasında bazen kırgınlıklar yaşıyorum.
   
   düşLE: Peki, popüler kültürün karşısında harekete geçen bir gençlik hareketi var mı, değerlere sahip çıkabilen?..
   
   F.D. : Var tabii...
   
   düşLE: Gelişiyor mu, yoksa olduğu yerde sayıyor mu bu hareket?
   
   F.D. : Her zaman vardı ve azınlık olarak durmakta. Mesela ben de kendi yön vericilik çağlarımda o azınlığın içindeydim. Şimdi yine var, değişen ne peki? Bizim zamanımızda üniversiteli olmak ‘bir şeydi’, şimdi pek bir şey ifade etmiyor açıkçası. Hep bu örneği veriyorum ama, çarpıcı bir örnek. Televizyonlardaki talk-showlarda Okan Bayülge’nin, Beyaz’ın ya da başkalarının şovlarında, mankenleri çılgıncasına alkışlayanlar üniversiteli gençler, pankart açıyorlar; ODTÜ’den geldik, Uludağ Üniveresitesi’nden geldik diye. Yani popüler kültürü tamamen kabullenmiş durumdalar, uyuşturulmuşlar ve bu duruma yabancılık çekmiyorlar. Çok ölçüp biçmiyorlar, irdelemiyorlar. Ben de kötü şeyler olduğu için söylemiyorum, ama bunun karşısında alternatif bir kültür var mı? Alternatif kültür; kendi üniversitelerinde şenlik yapamıyor, alternatif konser düzenleyemiyor. Bu noktalarda tıkanmışlıklar var.
   
   düşLE: Peki popüler kültürde, sanat eserlerinin birçok kişiye ulaşması, piyasa kavramını da oluşturuyor. Bu gibi bir durum da, çok okunan bir edebi eserin ya da çok satan bir müzik albümünün de piyasa damgası yemesine neden oluyor... Eğer bir albüm çok satıyorsa, ‘piyasadır’ diyerek kestirilip atılmıyor mu? Sanatsal çalışmanın kişiler arasındaki başarası ne derece değerlendiriliyor?
   
   F.D. : Böyle bir ikonlaşma var ama, her zaman için bunu bu şekilde kuralmış gibi anmak haksızlık olur. Çünkü geçmiş yıllarda da vardı; gerçekten çok kayda değer şeyler olduğu için çok satmış müzik albümleri de oldu bu ülkede. Mesela, Şebnem Ferah’ın ilk albümü, Teoman’ın ikinci albümü gibi... ya da Sertap Erener’in yıllar önce yaptığı olduğu bir pop albümü vardı “lâl”, bu saydıklarım çok kayda değer işlerdi. Karşı açıdan bakınca, çok televizyona çıkınca, çok tanıtılınca albümün, biraz daha satıyor olduğu bir gerçek; ama ticari ivmesi olan işler var...
   
   düşLE: Yerleşik düzen midir bunun sebebi?
   
   F.D. : Her şeyi düzene bağlamak anlamsız, bu biraz yapı meselesi, kahramanın bakış açısıyla ilgili. Bana mesela, kendi dinleyicilerimin sorduğu en çok sorduğu soru, neden klip çekiyorsunuz ve Kral Tv’de yayınlatıyorsunuz, hem de neden klipleriniz Kral Tv’de göremiyoruz... yani bakış açısı çok farklı. Ben daha çok albüm satmak istemiyor muyum acaba? Hayır öyle değil, ben de çok albüm satmak istiyorum, daha çok konser yapmak istiyorum. Ama ben böyle görmüyorum, doğru mecra Kral Tv değil benim yaptıklarımı paylaşmak adına. Bu tip promosyon kozlarını bugüne kadar reddettim. Kral Tv müzik ödüllerini boykot ettim, gitmedim, inanmıyorum ben size dedim. Bazı şeyler yaşadım, Okan Bayülgen’le mahkemelik olduk... Göksel’le aynı şarkıyı yazdık gibi göründü. Bu noktalarda medya acayip akın etti mesela; hadi kapışın, çarpışın diye. ‘Deprosyandayım’ şarkısı bir dönem magazin programlarında çalındı, tüm bu programları aradım, lütfen çalmayın dedim. Medyanın bu kozlarını kullansaydım belki, şu anda daha çok albüm satmış olabilirdim; fakat geçici misafirler edinmiş olurdum.
   
   düşLE: Üniversite gençliği dedik, siz de İngilizce İktisat bölümünden mezun oldunuz, sonra çok farklı yönlere kaydınız zaman geçmeden. Peki herkes için sonuç ‘böyle’ olur mu? Çünkü boş hülyalarla dolaşan insanlar da var...
   
   F.D. : Ben İşletme okurken de başıma bunların geleceğini biliyordum, ne olacağını biliyordum, beni nasıl bir final beklediğini biliyordum, kurgulu, ben buna inanıyordum. Mesela ortaokul yıllarında, Beşiktaş’ta oturacağımı da hissediyordum. Gün gelecek, İstanbul’da Beşiktaş’ta oturacağım falan diyordum. Yani bu, ben İstanbul’a gideceğim ve hayatı orada sürdüreceğim gibi bir şey değil.
   
   düşLE: Daha ayrıntılı sanki...
   
   F.D. : Yıldızlar mevzu galiba biraz, kurguyla alakalı bir şey biraz da. Açıkçası ben, seviyorum, sevdiğim bir şeyi yapıyorum, sevdiğim bir hayatı yaşıyorum. Bu bir iş değil çünkü, işleştirmekten de mümkün olduğu kadar kaçınıyorum. Herkes için geçerli olabilir bu durum bence. Tıp okuyan biri için resim yapmak mutluluk kanyağı ise, resim yaparak yaşayabilirim.
   
   düşLE: Öyle de yapmalı zaten,
   
   F.D. : Ama bazı sahte ve yapay heyecanlar var. Eğer insan aynaya bakıp kendini ikna edebiliyorsa, hiç kimse onu durduramaz, ben buna inanıyorum.
   
   

   
   

   
   düşLE: Kızınız, onun hakkında ne düşüyorsunuz?
   
   F.D. : O da şarkıcı olacak, büyük ihtimalle.
   
   düşLE: Yolunuzdan gidecek yani.
   
   F.D. : Bana sorarsa söylerim. Kendine sahneler yaratan, oynamayı ve teşhiri seven bir yaratık. Zülfü Livaneli – Aylin Livaneli olabiliriz... Baba nispeten biraz doğru müzik yapan, kız ise daha rahat bir şeyler yapan. Meltem Cumbul gibi bir kızım olacak diye düşünüyorum. Her tarakta bezi olan; dans şarkı, müzik... Hep gülen, neşeli, pozitif... yani şarkıcı olur herhâlde. Şimdi benim bütün şarkılarımı biliyor, hepsini biliyor sözleri dışında; üç buçuk yaşında, seviyor da, söylüyor da, eleştiriyor da. ‘İçimden Şehirler Geçiyor’u seviyor mesela, ‘Uçak’ı seviyor.
   
   düşLE: Yaşamınızda neleri değiştirdi kızınız?
   
   F.D. : Çok şeyi değiştirdi. Alt-üst etti, iyi anlamda alt-üst etti. Bir kere, sorumluluk duygusu ve hayatı biraz daha ciddiye almak, sağlıma dikkat etmek -onun için. Kendim için çünkü bugüne kadar sağlığıma dikkat etmedim. Ama onun için dikkat etmek zorunda hissettim. Biraz, yumuşattı beni, bana çok pozitif şeyler kattı. Belki yeni albümde ve ondan sonraki albümlerde, hayata eğlenmek adına biraz esprili ve mizaha dönük şeyler yazıyor olmamda da onun katkısı oldu.
   
   düşLE: Yaratmanın hazzını yaşıyorsunuz mutlaka, şarkı yaratmanın. Şarkı sözleri üzerinden mi yola çıkıyorsunuz, şiirlerden mi? Sizin için müziğin anlamı ne bu bakımdan?
   
   F.D. : En çabuk yazdığım şarkılar, sözü ile beraber müziğini de yapabildiğim şarkılar, ilham diyorlar ya hani, bir çırpıda olan şeyler. Genelde ben, günlük tutmak gibi değil ama, sürekli yazarım. Günü yazarım, o gün çarpıcı bir olay yaşanmışsa onu yazarım, taşar zaten bir şeyler. Daha sonra bakarım onlara, neler yazmışım diye; kendince bir matematiği var aslında, fakat hiç şarkı sözü olsun diye yazmam mesela. Şarkı sözlerinde, bazı alışmamış sözlerin ya da kelimelerin olması da bundan geliyor. Aslında bir düz yazıcıyım ben. Örnekleri var bugüne kadar ki şarkılarımda bunların; şarkı sözü havası taşımayan kelimeleri kullanmak buradan kaynaklanıyor. Ama beni şarkı yazmaya götüren, müziğin anlamı ne diye sordun, bu şarkı olmalı dedirten şey, yan yana gelmiş birkaç kelimenin büyüsü, mesela: ‘İçimden Şehirler Geçiyor’. Bu anlatılabilir bir şey oldu diyerek nasıl bir müzik girdiğimi hatırlayabiliyorum. Sözlerin beni biraz tahrik etmesi gerekiyor.
   
   düşLE: Sözler de çok önemli sizin için.
   
   F.D. : En az yüzde elli bir; öncellikli olan bir şey demek benim için. Çünkü ben, müzikte herhangi bir eğitim almadım, yapabildiğim kadar yapıyorum müziği. Ama kelimelerle oynamayı hep sevmişimdir; ortaokulda kompozisyon yazarken de, şimdi şarkı sözü yazarken de... ya da geleceğe dönük başka şeyler yazmaya çalışırken de.
   
   düşLE: Etnik, elektronik, akustik müzik tarzınız genel olarak şarkıları besteleyişiniz. Sözleriniz progresif şekilde bestelenebileceğini hiç düşündünüz mü? O kökene, anlayışa yatkın olabileceğini?
   
   F.D. : Değişkenlikler göstermekte müzik anlayışım. İlk albüm tamamen, bazı şarkılar dışında, progresif olabilecek bir yapıdaydı. Ben ikinci albümümü -ki dinleyicilerin en çok sevdiği albüm o- çok ışıklı, aydınlık buluyorum. Üçüncü albümde biraz sentetik, elektronik, akustik müzik... ve akustiğe karşı benim içimde değişen bir takım şeyler var. O dönem, benim durumumla alakalı bir şey. Ben, etnik müzikten çok hoşlandığım bir süreçte albüm yapıyorsam, bunu mutlaka yansıtıyorum. Sonuçta, bir kalıba girmemeli şarkı -ki o yüzden en zorlandığım soru: Tarzınız nedir? Bilmiyorum... gerçekten bilmiyorum tarzımın ne olduğu. Bir tarz olmamalı yani; bu şarkılar akustik gitarlarla çalınsa da bir şey anlatabilmeli, senfonik tınıların önünde klasik rock şeklinde çalındığında da bir şey anlatabilmeli.
   
   düşLE: Son albümünüz, daha doğrusu yeni hazırladığınız albüm o genel olarak hangi tarzda?
   
   F.D. : Üçüncüye, ‘Tüm Hakları Yalnızlığıma Aittir’e çok yakın. Yine güz kokulu bir albüm. Bu sefer şarkıların öznesiyim ben, bir çoğunda ben varım.
   
   düşLE: Sonbaharda mı çıkacak yeni albüm?
   
   F.D. : Mayıs sonunda çıkma ihtimali ile, dönemsel ve ticari olarak -sektörün kuralları gereği- kasıma kalma ihtimali eşit. Ben bir an önce çıkmasını istiyorum. Bende bayağıdır var o şarkılar, başkalarının da olsun istiyorum artık.
   
   düşLE: Sanatlar iç-içe girmeye başlıyor yavaş yavaş. Siz sinemaya da yatkın bir insansınız; senarist, müzisyen ve yönetmen olarak tasarılar düşünüyor musunuz?
   
   F.D. : Yok, hep ağır kabul ediyorum sinemaya yatkınlığı. Genelde hep sinema yüzü var diyorlar. Bu konuda Ömer Faruk beni çok beslemiştir. Öyle bir durum yok şu anda somut. Birkaç teklif aldım, gayrı-ciddi projelerden. Ben bunu biraz daha uzun soluklu düşünüyorum, uzun vadede düşünüyorum. Beş yıl sonra sinema filmi çekeceğim, on yıl sonra belgesel yapacağım gibi şeyler yok. Sinema tabii herkesin kendisini görmek istediği büyülü bir platform, bütün sanatlar şurada, sinema başka bir yerde yani...
   
   düşLE: Otuz beş yaşına geldiniz Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirindeki gibi bir buhran saracak mı etrafınızı?
   
   F.D. : Ben hep kendimi yaşlı hissettim. Çok coşkulu yaşadım içimde her şeyi...
   
   düşLE: Yorgunlukla yoğrulmak gibi bir durum sanırım...
   
   F.D. : Evet... Kendi yorgunluğumdan yorulmak benim için en tehlikelisi. Dönem dönem yaşıyorum, aslında şimdi de dönemsel olarak öyle bir yerdeyim. Zaten, Cahit Sıktı’yı anarak, kendi otuz beş yaşımı kutladım yeni albümdeki bir şarkıyla. Sanıyorum onun gibi düşünmediğim de ortaya çıkacak o şarkıda.
   
   düşLE: Ahmet Kaya, anısına çıkartılan albümde ‘Dinle Sevgili Ülkem’, Beni Vur’u söylediğiniz, neden o şarkıyı tercih ettiniz?
   
   F.D. : Ahmet Kaya, söylem ve tarz olarak benden çok uzakta duran; aynı kıyıda olsak bile aramızda müziğe bakış açısından mesafelerin olduğu biriydi. O proje bana önerildiğinde çok heyecanlandım. Dönemsel olarak, kendimi de şaşırtmak istediğim bir zamandı. Melodik yapısı en güzel şarkısı ‘Arka Mahalle’ ve ‘Beni Vur’, benim en sevdiğim Ahmet Kaya şarkıları daha doğrusu. Oryantal bir düzenleme olsun istedim, ama bu hâli oldu. Tamamen başka tarzlarda neler yapabileceğimi test ettim aslında, ben onu bir ödev gibi algıladım. Manevi olarak zaten önemli bir şeydi o albümde yer almak, çok yorucu bir süreç olduysa da. Müzikal olarak da, kendimi test etmek için seçmiştim o şarkıyı. Güzel oldu, insanlar önce yadırgadılar, sonra beğendiler. Rüzgâr artık çok güçlü, insanları çevirebiliyor yani...
   
   düşLE: Ahmet Kaya’nın müziğine, gerçekleştirdiği çalışmalara nasıl bakıyorsunuz?
   
   F.D. : Şunu gördüm o albümde yer aldıktan sonra, bu ülke halkının en sevdiği adamlardan biri Ahmet Kaya. Çok başka o, başka boyutta bir şey. Kişisel duyarlıkları baz alıyorum ben, o sosyal duyarlıklardan yola çıkıyor; çok iddialı bir tarz onunkisi, söylemi var, sloganları var. Benim çok farklı, başka, çok iddiasız...
   
   düşLE: ‘Kent Ozanı’ diye anılıyorsunuz...
   
   F.D. : Rahatsız ediyor bu beni, ama doğru bir tanımlama.
   
   düşLE: Aradaki en belirgin fark bu olsa gerek, o biraz daha halka yatkın bir insan olarak göze çarpıyor.
   
   F.D. : Evet evet... Benim hep takip ettiğim bir adamdı, çok ciddi bir dinleyicisi olduğumu söyleyemem ama hep takip ettiğim bir adamdı. Medyadaki arsızlığı, huysuzluğu çok severdi Ahmet Kaya; yaramazlıklar yapardı. Lafını sakınmayan bir adamdı, o yönleriyle yakın bulurdum kendime. Tabii kariyerim için de -yıllar sonra dönüp baktığımda- önemli bir şeydi o albümde yer almak.
   
   düşLE: Ahmet Kaya’da bir başkaldırı ruhu vardı, sizde de var mı?
   
   F.D. : Kimse âşık olmuyor, lanet olsuna başkaldırılmaz ki. Yani başka bir şey bu... Sadece küser ve kabuğuna çekilirsin, beni isyanlandıracak şeyler başka, benim temalarım farklı. Gün gelir, onun ve onun gibi birçok halk ozanının yaptığı gibi ben de bu ülkedeki trajedilerden beslenebilirim, bu ülkede trajedi üstüne trajedi var. (?) Yine de hep çağrılırım... çok sosyal tabanı olmayan bir müzik yaptığım hâlde, kişisel ve ruha dönük “asortik” şeyler yaptığım hâlde. Farklı platformlar bana her zaman bir şey yapıyoruz, sizin de katkınız olabilir. Göz ardı edilmiyorum, ama çok farklı durumum. Şu anda ben, yaptıklarımla, kendi oyunlarımla mutluyum, tamamen halkın acılarından ve hezeyanlarından kendime bir misyon çıkarmak bana çok uzak geliyor şimdilik.
   
   düşLE: Peki edebiyata ne zaman eğilim göstermeye başladınız? Edebiyata eğiliminiz var mıydı gençlik yıllarınızda?..
   
   F.D. : Bizim üniversite yıllarında yayınladığımız bir şiir kitabı var: ‘Öğrenci Şâirler’. O formatta yapılan ilk iş olduğunu söylediler o zamanlar. Çukurova Üniversitesi’nde şiir yazan amatör on üç şâir, eserleri güzel kitapta toplayıp çıkarttık, bir dergi çıkarttık o dönemlerde. Ama ben o dönemlerdeki heyecanlarımdan uzak buluyorum kendimi. İnanmak biraz... inancın örselenmesiyle alakalı. Mesela sizin yaptığınızı, periyodik bir edebiyat dergisi çıkarmanızı -interaktif de olsa- çok önemsiyorum. Biraz sanki ütopyanın peşinden gidiyor gibi geliyorsunuz. Ben çünkü tabanda öyle bir şey bulmuyorum, öyle bir ihtiyaç, noksanlık hissedilmiyor. O yüzden birçok şey artık bizi şaşırtmıyor; naklen maç izler gibi savaş izleyebiliyoruz, başkalarının hayatlarını seyredebiliyoruz televizyondan -çok merak ediyoruz! Bunlar olmadığı için, bu sapkınlıklar oluyor toplumda.
   
   düşLE: Temel bir sebep yok gibi görünse de, bu sapkınlıkların odağı nedir sizce?
   
   F.D. : Herkes çok kendine döndü. Jenerasyonlarla ilgili bir şey bu, başka değerlerle büyütülüyor artık çocuklar, başka şeyleri önemsiyorlar. Geçiş kuşakları oluştu. Mesela, “kendi başının çâresine bak” çocukları bunlar. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyenler... Herkes çok tedirgin, kendi içinde yaşıyor, duyarsız.
   
   düşLE: Yalnız bırakılmışlar biraz da...
   
   F.D. : Evet, tabii ki arkalarından onlar adına üzülerek konuşuyorum. Ben görebiliyorum, ben o fotoğrafları çekebiliyorum; bilmeden seviyorlar ne olduğunu, bilmeden peşinden gidiyorlar gibi. Politikacılardan kaynaklı bir şey bu, baştan... ve de dönemsel bir şey bu.
   
   düşLE: Yani geçebilir de, geçmeyebilir de...
   
   F.D. : Tabii ki geçebilir, çok büyük bir devrim olur. Yani bir devrimle geçebilir ancak.
   
   düşLE: Sizi konser öncesi daha fazla yormayalım, röportaj için Düşle Edebiyat Dergisi adına teşekkürler Feridun Düzağaç...
   
   F.D. : Ben teşekkür ederim.